“Adım Bir Adım Önde, Burun Bir Santim Yukarda!” “Kemal; adımın bir adım önde olsun, burnun bir santim yukarda!” Bunu dediğinde, sormuştum: “Niçin hocam?” “Kendini saydırmak istiyorsan, bunu bedenine yansıt!” Hocam bunu dediyse, mutlaka bir anlamı vardır bu sözün. Yaşamı imbik imbik deneyimlerin içinden süzülüp geliyor. Nedeni ne ola ki? |
Bunu demekle kalmıyor, zeka fışkıran gözlerinin yanında, yüzünde muzip bir gülümseme geçiyordu. Duruşu dik, başı hep yukarı bakar gibi; burnu gerçekten de bir santim yukardaydı… Necdet Çolakoğlu bu, der! Eskilerin deyişiyle “Nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet”; yani “kendine özgü”… Nerede, ne zaman karşılaşsam, onu tanıyan ben için, derhal yüzümü gülümseten bir yüz; ama tanımayan biri için çok ciddi, hatta ters ve sert bir görüntü… Terslik ve sert duruş en azından estetik duruş ve beden dili için iki olumsuz kavram gibi geliyor. Ancak, görüntünün her zaman yanıltıcı olabileceği de hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalı… Eğer, yalnız o ilk görüntüye bakılarak, Necdet Çolakoğlu için; “Çok ters ve sert bir adamdı” değerlendirmesi yapılacaksa, kesinlikle doğru değil! Bunu diyen, bana göre onu yeterince yakından tanımıyor ve değerlendirmesi yanlış… Necdet Bey ne sert karakterli biriydi, ne de ters… Evet, adımları bir adım öndeydi, burnu da bir santim yukarda; ama bu beden diline bakınca öyleydi. Gerçekte ise, karakterinin tersliği ve sertliğinin yanıltıcı oluşu gibi, ince bir çizgiyle ayrılırcasına, burnunun dikliği ve adımının bir adım önde oluşu da göstermelik, yapay, doğasına ters; ancak sırf çevresine öyle bir hava vermek için bu özellikleri çok da yakışacak biçimde kabul etmeye hazır bedenine yapıştırılmış gibiydi. Bir kere katıksız Atatürkçü’ydü. “En büyük Atatürkçü benim, kimse benim kadar Atatürkçü olamaz” diyecek kadar, Atatürk hayranı ve Atatürk’ün izleyicisi olan bir kişiliği vardı. Bunu derken bile muzipti. Kendini farklı yere koymayı severdi; örneğin, özde ve biçimde Atatürkçü olmak gibi, yüzyılımızın en önemli çelişkiler yumağında, özde Atatürkçülüğün öneminin altını çizer, bunun için çabalar; ancak biçimden de asla ödün vermezdi. İlkeleri vardı. Titizliği, milimetreyi hesap eden simetri anlayışı yaşamına yön vermişti. Titizlik, yaşamın her alanında tam mükemmellik; tedbirli olmak ve her şeyin yedeğini her an hazır bulundurmak… Örneğin, dolmuşa bineceksin; bozuk paran hazır olmalı; masanda çalışıyor musun, makas mı gerekli, mutlaka yanında yedeği bulunmalı… Silginin, kalemin, kâğıdın, hatta okuyup değer verdiğin her kitabın yedeği… Eksikliğe karşı, kükreyerek bağıracak kadar tepki koyan bir mükemmeliyet… Yanlışı kabul edemez, estetik duruşta en küçük bir ayrıntıyı içine sindiremez; ilkelere dönük bir etkinlikte gevşekten ve lakayttan hoşlanmazdı. Bu durumda, örneğin, bir kurum adına Atatürk resimleri sergisi açacağı zaman, kendisinin bu sert görünüşü karşısında biraz gerilip, işi ağırdan alan yetkili ve etkili bir kimlik ve kişiliğin odasında, sandalyeyi kaldırıp, yere çarpıp, parçalayacak kadar yaptığı işi önemseyen ve bu ağırdan alma işine kafayı takan bir idealistti. |
Zaten, onunla çalışmaya başlayan birisi, onun bu yönlerini bilmiyorsa, mutlaka gerilir ve en azından bu durumdan sıkıntı duyabilirdi. Necdet Çolakoğlu’nda liderlik özelliği kuşkusuz bulunuyordu; ancak işiyle ilgili konularda hatır gönül tanımaz, her şeyin tam mükemmel olmasını ister; bunu beden diline ve tavırlarına kesin olarak yansıtırdı. Ona göre Atatürkçülük, “Tam mükemmeliyetçilik” ti. Eksiklikler olmamalıydı. Olması gereken de, ölçüsünün ve gerekliliğinin bir adım ötesinde yapılabilmeliydi. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, çağdaş insanı böyle görüyor ve yorumluyordu. Örneğin mükemmel giyineceksin; ayakkabıların mutlaka boyalı olacak; saçların özenli taranacak; gündelik traşını olacaksın; en güzel losyonları, parfümleri üzerine sıkacaksın; beden diline bir yiğitliği, cesareti yansıtacaksın; duruşun dik; burnun bir santim yukarda, adımın bir adım önde yürüyeceksin… Bir insan bunu nasıl yapar? Hayatını gazete köşelerinde çıkan yazıları kese kese parmağında makasın değdiği yerde nasır çıkacak kadar buna değer verirse, bunlar oluyor. Gazete yazılarını özenle kesip dosyalar, Atatürk resimleri biriktirir; para koleksiyonu yapar; değerli dediği ne varsa hep ama hep arşivler… Karşıyaka’da, Mehmetçik apartmanında kendisine ayırabildiği odasında, tavanlara kadar uzayan kitaplığına hem de iki sıra, ancak son derece mükemmel bir titizlikle yerleştirdiği kitaplık yetmeyince ne yapsın? Tutar, tavan aralarını değerlendirir; özel bölmeler yaptırır; oralara klasörlerini koyar… Yetmez, kitaplığına yerleştirdiği kitaplarının önüne ikinci bir sıra halinde daha ufak boylu kitaplarını yerleştirir. Bunu yaparken de iki şeye dikkat eder; önce konu bütünlüğü, ardından da estetik bütünlük. Kitabına göre, boy, kalınlık ve hatta renge göre uyum sırası… Diyelim ki bir kitabın sayfasının birinde bir yırtık var; ya da bir şekilde ancak kapağı lekeli olanını bulabilmiş; artık bu onun için, hayatı boyunca, yenisini bulduğunda, hemen üzerine atlayıp, ötekinin yerine koyabileceği değerli bir hazineydi… Büyük bir sevinçle yeni olanı alır; bağrına basar; bir çocuk hevesiyle getirip, yırtık sayfalı ya da lekeli kapaklı kitabın yerine koyar; ötekine de kıyamaz, elinden geldiğince –ki en mükemmeli gelir- onarır, ve yeninin yanına yedek olarak koyar… En mükemmeli deyimini özenle kullandım; çünkü örneğin şuna dikkat ederdi: Kitabın sayfaları ciltlenirken nasıl bir tutkalla yapılmışsa, o tutkalı kullanır. Kenarlarında taşma, yana kayma ya da yanlış kesim varsa, bir matbaaya uğrar, matbaacıya dünyanın en önemli işini yaptırıyormuş gibi bir heyecan vererek, sanki törenle o sayfaların kenarlarını traş ettirir; getirir tekrar yerine koyardı… Vefalıydı; vefa da arardı. Yaşamın her aşamasına gülmeceyle bakan, bakmakla kalmayıp baktırabilen bu güzel insan, hasta yatağında oturmuş, kim ziyaretine gelmiş, kim gelmemiş; çetele çıkaracak kadar titizdi… Oluşturduğu çeteleyi büyük bir hevesle güvendiği dostlarına gösterir; şu geldi, şu gelmedi der; gelmeyene bu zor durumlarda insanlığın ne olduğunu anımsatacak bir söz sokuşturmayı ve karşısındaki kişiyi, böyle bir durumla karşılaşılan kişiye karşı insanlık görevini yapmanın bir uygarlık duruşu olduğunu hissettirirdi. Bunu kırmadan yapar; ama içten içe içlenir; mutlaka anımsatmayı da bir görev bilirdi. Kişisine göre değişirdi bu tavrı; yeri gelir nazı geçiyorsa; “Hasta oldum, ziyaretime gelmedin!” der; nazının geçmediğini düşünüyorsa, bedenine çocukça bir duyguyla alınmış olduğu havasını verirdi. Av. Necdet Çolakoğlu’nu yirmili yaşlarda tanıdım. Yıllar boyu enstitümüz adına sayısız Atatürk Resimleri sergisi açtı. Başta Eğitim Fakültesi olmak üzere değişik yerlerde Atatürk İlkeleri Dersleri verdi… Yaşamına yön veren titizlik ve mükemmeliyetçi anlayış, sanırım sergiciliğinden geliyordu. Evrensel değerlere inanıyordu. Klasik Türk sanat müziğini de severdi, Klasik batı müziğini de. İdealistti. Müzikte geleceğin çok seslilikte olduğunu düşünür; geleneksel çevrenin kucakladığı kültür ortamlarında yetişen ortalama bir insanın kulak zevkinin, klasik müziği anlamaya ve algılamaya dönük gelişemeyeceğini bildiğinden; bu müziğin dinlene dinlene tınılarının, onu dinleyen kulakta bir müzik zevki ve tadı oluşturacağını, sırf bunu başarabilmenin bile devrimcilik olduğunu ileri sürerdi. Zaten ona göre devrim de böyle olurdu… Ne ilgisi var bilmem; bir devlet dairesinde kendisine sorumluluk verdiklerinde, kurdurduğu hoporlör sistemi ile çalışanlara sürekli klasik müzik dinlettiğini anlatır dururdu. Hele o sergiler… Allahım; onun için dünyanın en önemli olayıydı. Biz çömezler onun etrafında, o şunu yapın, bunu yapın diye kükreyerek emrettikçe, koşturur dururduk. Ancak ne yaparsak yapalım, o tatmin olmazdı. Yapmayın, etmeyin hocam; biz varız; siz isteyin, her şeyi yaparız… Lakin anlamaz ki? Gerilir, en ufak bir gecikmede kükrer; bir şeyin anında ve eksiksiz olmasını isterdi. Hiç unutmam, onu ilk tanıdığımızda büyük bir sergiyi İzmir Atatürk Kültür Merkezi’nde açmıştık. Demirden ağır ayakların tuttuğu elli kadar büyük sergi panosuna yüzlerce Atatürk resmi yerleştiriyorduk. Necdet Bey gerilim içinde, sağa sola bağırıp duruyordu. Eline kocaman bir ip almış, bütün panoları, panolardaki resimlerin alt kısmına konulacakları tek bir sıraya almaya çalışıyordu. Bütün panoları teker teker inceliyor, bizim çalışmamızı gözden geçiriyordu. Elli büyük panoyu boydan boya kaplayacak bir kırmızı kordelanın pano altlarına, panoların alt çizgisinden beş santim yukarda çekilmesi büyük bir olay olmuştu. Öyle ya, her ne kadar görüntüde eşit görünüyorsa da, panolar demir ayaklara takılırken, kimisi bir santim aşağıda, kimisi bir santim yukarıda yapılmış. En baştakileri merkez kabul etsen, ortada sırıtanlar var. Sırıtanları herkes göremez, ama Necdet bey görür. Çok ilginç, gün geldi, bizler de onun gibi görmeye başladık bu tür aykırılıkları. Uğraştık durduk. Panoların yerlerini değiştirdik, onu oraya çektik; ve derken, iki üç arkadaş, serginin taa öteki ucunda üç panoyu paldır küldür yere deviriverdik. Korku yüreklerde, Necdet Bey bunu görünce ne yapar? Allahtan görmedi; sanırım o an, acil bir ihtiyaç için bir yere gitmişti. Panoları kaldırırken, yürekler ağızda, acele acele kaldırdığımızı şu an yüzlerimiz gülümseyerek anımsıyoruz. Bu elbette burada kalmadı; zaman geçtikçe bizim becerimizi görüyor, biz ürettikçe rahatlıyordu. Sergiciliği ondan öğrendim. En küçük bir materyalin zamanı gelince ne kadar önemli olacağını bilinçaltına öyle bir işledi ki; arkadaşım Türkan Başyiğit sık sık; “Sende pek çok kişinin karakteri bir araya gelmiş. Özellikle Vehbi Bey’in ve Necdet Bey’in” deme gereksinimini duyuyor… Bu doğru mu, yoksa yalnızca bir espri mi bilmem… Ama eğer bu etkilenmek anlamında kullanılan bir deyimse, hangimiz, kimlerden etkilenmedik ki? Bir anlamda, hiç birimiz kendimiz değiliz; çok kişinin bedeni, ruhu bizim bedenimiz ve ruhumuzda dirilip dile gelmiyor mu? Necdet Bey sevilecek, gerçekten sevilmeyi hak edecek bir insandı. Her anından bir mizah yaratılabilir, sert gibi görünen mizacının altında tatlı bir mizah sezilebilirdi. Kalp krizi geçirmiş; ambulansa kaldırıyorlar; sedye üzerindeyken bana telefon açmış. “Kemal!” diyor. “Ben kalp krizi geçirdim, şu an sedyedeyim, hastaneye götürüyorlar. Olur da ölürsem, bütün arkadaşlara selamımı söyle”… Ah be hocam; yapma böyle! Ama hocam yapar bunu; daha doğrusu bunu yapmak yakışır ona… Çanakkale gezisine katıldık; ardından Afyon gezisine… Hele Afyon gezisi… Daha yola çıkarken muziplikler başlamıştı. Vehbi Bey bütün karizmatik beden diliyle sürücünün yanına oturdu. Her sözünde Atatürk var, Atatürk’ü anlatıyor. Necdet Bey bizim aramızda; avamın arasına karışmış… Bundan gülmece çıkarıyor. Erinmemiş, çantasına evden kolonya ve mendil almış; bir anda kalkıyor, tek tek biz öğrenci ve asistanların eline kolonya döküyor. Bir yandan da; “Şu anda Afyon karayoluna çıktık. Çaylar şirketten!” diyerek, espriler yapıyor. Ne kadar eğlenceli bir gezi oldu… Akşam yemeğini geç bir zamanda Vehbi Bey’in herkesi uyandırmasıyla Afyon Polisevi’nde yedik. Bir koca otobüs insanız. Afyonu gezdik; dik yollardan yürüyerek, Afyon Kocatepe’ye çıktık. Vehbi Bey, heyecanla Afyon Kocatepe’yi sanki yaşar gibi anlattı. Yaşar gibi deyimi fazla, çünkü yaşıyordu… Bu yetmedi, biz elimizle tempo tuttuk, sesimizle mırıldanarak, Harmandalı söyledik; Vehbi hocam çıktı herkesin içinde, Afyon Kocatepe’de, tam da bütün ovaya bakan zirvede, kendine özgü bir yöntemle zaferi kutladı. Bizim alkış, tempo ve harmandalı söyleyişimizle birlikte, iki yana açarak kollarını zeybek oynadı. Dizini yere vururken, o bedende Alparslanlar, Fatihler, Atatürkler dile gelmişti… Vehbi Hocam, gerçekten de bütün bu kişiliklerden bir parçaydı; Necdet Hocam ise, o burnu bir santim dik, adımı bir adım önde olan adam, çocuklaşmış, bizim aramızda Vehbi Hocam oynarken harmandalı söylüyor, “Vehbi coştu” diyerek muziplikler yapıyorlardı… Aslında arkadaşlıkları çocukluk günlerine kadar dayanıyordu. Gerçekte Vehbi Bey, ondan beş altı yaş büyüktü. Askeri lisede okurken, Necdet Beyin babası Selahattin Çolakoğlu, kurtuluş Savaşı’na katılmış bir önemli subay ve gazi, Vehbi Bey’in hocası olmuş… O günlerden anımsıyordu Necdet Beyi… Selahattin Çolakoğlu’nun ne kadar cevval, sert karakterli, işini iyi bilen, ama çekinilen değerli bir subay olduğunu anlattıktan sonra Vehbi Hoca, Necdet Bey için; “Babasının yanında, şişmanca, kısa pantolonuyla gezer dururdu” diye gülümseyerek anlatırdı… Afyon Polisevi bizi almadı. Bir kısmımız, aralarında Necdet Bey de var, otobüse bindi, Devlet Demiryolları’nın misafirhanesine gitti. Ortada Vehbi Bey, yanında ben, Hanife, Türkan ve diğerleri; Polisevi’nin merdivenlerinde durmuşuz; el sallarken, resmimizi çektirmiş. Gidenleri uğurlarken bize bakıp Necdet Bey gülerek şunu söylüyormuş: “Onlar varlıklı ülkelerin temsilcileri; Vehbi Bey Reagen, Kemal Gorbaçov, Hanife Margeret Thacher; biz de yoksul ülkelerden gelen ve para dilenen Afrikalılarız. Bizi Beyaz Saray’ın merdivenlerinden uğurluyorlar. Para alamadık, ama havamızı aldık!”… Bu espriyi hastaneye kaldırıldığında da yaptı bana. Oksijen vermişler, fanus içinde burnu. “Kemal..:” diyor; “Devlet bize para vermiyor ama bol bol hava veriyor?”… İlginç saptamaları vardı. Bunlardan bir tanesi, kadınların neden daha uzun yaşadığıydı. Tesbitini derhal koydu. Kadınlar bir yalan uydurmuş; “Erkekler ağlamaz!” diye. “O nedenle erkekler olarak bizler ağlamıyor, dertleri içimize atıyoruz. Kadınlarsa ağlayıveriyor ve stresi atıyorlar. Stressiz yaşam, onların ömürlerini de uzatıyor”. Ardından da sürdürüyordu konuşmasını: “Bizim apartmanda yaşlı kadınlar var, hepsi beylerini yitirdi; bir benim sağlam. Karşılaştığım zaman merdivenlerde bağırıyorum; hepiniz kocalarınızı öldürdünüz, ama ben ölmeyeceğim!” diye… Hele siyasetçilere yaptığı vurgular!… Onlardan bazılarının, hatta çoğunun çocuklarının olmayışına dönük yaptığı espriler… Hırsla konuşma biçimini canlandırırken, göğsüne vura vura konuşması; hep konuşması, hiç durmadan, sürekli, hep ama hep konuşması… Yapma hocam; etme! Yirminci yüzyıl yeni bir Nasrettin Hoca mı yarattı? Şimdi hepsi anılarda birer silik iz… Ama dipdiri içimizdeler… Hayatlarımız hiçbir zaman kendimize ait değil; bize ait sandığımız yaşamımızda farklı renkler, sesler, duruşlar ve yaşantılarla, başkaları da yok mu? Bunları düşünürken, bir yandan da geçmişe bakarak, kişiliklerimizin ne kadar çok kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Her bir kaynaktan kişisine göre tabi, kimi zaman gür, kimi zaman orta ve cılız kaynaklardan bedenlerimiz ve ruhumuz sürekli beslenmiş durmuş… Bize bu kaynaklardan taşınan şeyler; genetiğin, kişilik özelliklerimizin ve yetiştiğimiz toplumsal çevremizin yanında, sürekli bir şeyler katmışlar. O nedenle, bizler, hiçbir zaman tek başına doğanın yarattığı özde değiliz; değişmişiz, başkalaşmışız; değiştikçe kişiliğimiz bir formata girmiş… “Evet Türkan; bende sanırım hem Vehbi Bey’lik, hem Necdet Bey’lik var; ve sanırım başkaları da… Hatta hepimizde, başkaları yok mu? Sende bile”… Nur içinde yat hocam! Doç.Dr. Kemal Arı 2008 |