Vehbi Tanfer


 

“Ben Atatürk’ten Bir Yongayım Ve Sen Benden Bir Yongasın; Ben Atatürk’teyim,  Sen Bendesin” 

Gün, başını alıp gider; sen de gidersin… Gitmek sana, sen giderken yanmak bana…

Her gidenle bir koca güneş devrilir; dünya yıkılır, gök kararır; gidişin, güneşin gidişine eştir! Bir anılar kalır belleklerde bir de yüreklerde derin yangılar; duvarlarda uzayan gölgeler, kıvrılan yollarda yürüyüşünün ardında izler kalır…

Schıller bir sözünde şunları demiş: “Ölmeyi göze almazsan, yaşayamazsın”.

Yaşayanlar, ölmeyi göze alabilenlerdir. Ölümden korkanlar, zaten her gün korkularıyla iç içe, ama ölümle de kol kola yaşamıyorlar mı?

O ölümden korkmadan yaşadı. Ö ölümden değil, ölesiye hastayken, sırf programda yer aldı diye, kırk derece ateşler altındayken ve sarsılırcasına öksürürken, İstanbul’daki bir bilimsel etkinlikte konuşmasını yapmak üzere İzmir Otogarı’ndan otobüse bindiğinde, ölüm onun cesareti karşısında tir tir titriyordu. O ölümden korkmuyor, ölüm ondan korkuyordu. Her şeye karşın toplantıya katıldı; kürsüde düşüp kalacağını bile düşünmedi; çıktı ve çok sayıda kişinin önünde coşkulu konuşmasını yaptı… Konuştuğu konu Atatürk’tü. Çünkü o Atatürk’le nefes alıyor; Atatürk’le yaşıyordu.

Vehbi Tanfer nasıl anlatılır? Nasıl ve nereden başlanır onu anlatmaya?

Ve ben nereden, nasıl başlayayım?

Örneğin, hızlı yürüyüşlerle enstitünün koridoruna girip, enstitümüzün emektar hizmetlisi Safiye Hanım’a daha odamın kapısına gelir gelmez; “Kahvemi hazırla kızım; orta şekerli olsun” diyen; ardından da her bir sözcüğü bir şiir ahenginde olan ölçülü sözcükleri sıralamasından mı? Ya da ulusal bayramlarda hiç ama hiç atlamaksızın akşamın bir saatinde telefonla beni arayıp, uzun uzadıya, ülkenin içinde bulunduğu durumu önce genel olarak özetleyip, ardından “Ama her şey düzelecek; mutlaka düzelecek! Bu millet er ya da geç gerçeği görecek!” diyen yorumlarından mı? “Bir sigara düşün! Ucundaki ateş küllenir! Sonra güçlü bir nefesle üflersin, ateş canlanır, kor belirir… Bu millet de bir gün mutlaka bir kor haline gelip, gerçekleri görecek”; diyen umut veren sözlerinden mi?Nasıl anlatılabilir ki böyle bir yaşam? Örneğin her hafta sonu mutlaka evime gelip bizi zahmete sokmak istememesinden mi; yoksa gerçekten istediğinden mi bilmem, kuru fasulye ve pilavdan oluşan mütevazı soframızdan mı? İlla ki yer sofrası kurdurur; kuru soğanı kırıp yemeğinin yanına koydurur; yoğurt da olsun yanında; dünyanın en güzel ziyafeti gönül sofrasında onun için ancak budur… Çanakkale’ye gezi düzenledik; yetmedi, Kocatepe’ye çıktık.… Ulusal savaşımızın coşkusunu o yaşlı genç dev; bizler çömez asistanlar; doktora ve yüksek lisans öğrencilerimiz zeybek oynayarak orada hep birlikte yaşadık… O coşkuyu hep yaşardı; yaşamakla kalmaz, yaşatırdı. Atatürk’ü taparcasına severdi. Yığınla şiirinin baş konusu Atatürk ve Atatürkçülük’e ilişkin değerlerdi. Atatürk’ün tarihsel rolünü ele alan şu yorumunu hiç unutamam: “Türk Milleti, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu. Hasta bedeni iltihaplar sarmış, beden ateşin etkisiyle tir tir titriyordu. Mustafa Kemal Atatürk çok iyi bir cerrah ve çok iyi bir demirciydi. Tuttu, hastalık en ileri safhasındayken, usta bir biçimde neşteri iltihaplı bedene attı; iltihap attı, ateş düştü, hasta rahatladı. Çok iyi bir demirciydi; Türk milletini, tarihin bu çok kritik döneminde tam tavında yakaladı; örsüne aldı, o demiri örsünde dövdü, dövdü, ondan çelik yarattı; ona şekil verdi. Atatürk’ü ancak bu millet yaratabilirdi; Atatürk de ancak bu milletle bu büyük işleri başarabilirdi. Millet Atatürk’tür; Atatürk millettir”.

Aslında Vehbi Tanfer her hangi bir yönünden başlanıp, anlatılmaya çalışılabilir. Ancak ne kadar anlatılırsa anlatılsın, onu anlatma çabası kesinlikle eksik kalacaktır. Bazı kişiler tam olarak anlatılamazlar; ancak hissedilirler. Şairliği ayrı konu; tarihçiliği ayrı; hatta emniyetçiliği, askerliği; siyasetin dar koridorlarındaki ulusçu duruşuyla esnek manevraları, tarihsel olaylara tanıklıkları bütünüyle ayrı konulardır. Onun çok kullandığı bir sözle onu anlatmaya çalışayım: Onu anlatmaya dil dönmez, sözcük yetmez; kalem yazmaz; ortada bir kalp vardır yalnızca, atar durur…

Son derece ölçülü ve şık bir beden; ilerleyen yaşına karşın, her zaman kendisine yakıştırmayı bilen bir giyim biçimi; bedenin ölçülü duruşunu tamamlayan son derece yakışıklı bir yüz ve ölçülü bir baş; beden dilini tamamlayan ama hep nutuk çeker gibi konuşarak, karşısındakini derin bir etki altına alan söylev biçimi… Tanrı “Karizma” özelliklerini sanırım onun bedeninde ve ruhunda toplamış… Yüreği Atatürk’tü; görüntüsü de tıpkı Atatürk… Bir insanın ruhu kadar bedeni de büyük Ata’ya ancak bu kadar benzeyebilirdi. Ve bilinen bir şey vardır; onun olduğu yerde kimse konuşamaz… O hep baş olacaktır; meydan adamıdır; herkes onun etrafında toplanır ve Vehbi Tanfer’i başkaları ancak hayranlıkla dinler… Çünkü o kendisini dinletmesini bilir… Ses tonuyla, değindiği konularla insanı derinden kavramayı başarır. Her hangi bir konuda konuşurken, ne yapar, nasıl yapar; nereden nasıl gelir mısralara anlaşılmaz… Öne doğru hafifçe eğilir, gözlerini kısar; ya daha bir gece önce yazdığı ya da diyelim ki yıllar önce Sovyet sınırında köhne bir karakolda yüzbaşı olarak casus sızmalarına karşı nöbet tutarken, derin vadilerin dibinde, kar öbeklerinin arasında yazdığı bir dörtlüğü gür bir nehirden akarcasına okuyuverir… Yürek titrer, hançere tınlar; bilirsiniz ki bir halk ozanı karşınızda, terennüm ederek, ana sütü gibi hak dupduru bir Türkçe ile dünyanın en güzel şiirlerini okur… Zaman zaman önemli tarihsel kişilikleri eleştirmekten, onların taklitçi duruşlarını yermekten de geri kalmazdı: “Evrensen erdin, eriyorsun…!” diyecek kadar nükte dolu bir taşlama ustasıydı.

Neler anlatmazdı ki?

Hayata dair ne varsa onun konuştuğu şeylerdi. En önemli ulusal konulardan, edebiyatın çetrefilli, karmaşık akımlarına; siyasette etkili olmuş kişilerin gizli dünyalarına; yakın siyasi geçmişin en zorlu dönemlerine ilişkin gözlemlerine kadar, her şey onun dost meclisinde konuşulur… Konuşurken, gözleri çakmak çakmak olur; örneğin, Atatürk’ü daha ilkokul öğrencisiyken nasıl gördüğünü anlatır; “Olmaz böyle şey kardeşim; öyle bir bakışı vardı ki, gözbebeği görünmüyordu. Bir ateş halesi yanıp duruyordu! O ateşten göz falan göremedim, bir ateş karşısında eridim” diye Atatürk’le göz göze gelişi; Atatürk’ün ölümünde genç bir Harbiyeli iken, naşı başında tuttuğu saygı nöbetleri; çok sevdiği ve ileri yaşına rağmen düğünlerde, seyranlarda sıkılmadan çıkıp, kendini çevreleyen kalabalığın önünde zeybek oynayışı… Bir âdeti vardı; iki kişi evleniyorsa, onlara mutlaka akrostij tarzında şiir yazar, özenerek gümüş bir çerçevenin içine koyar; düğüne gittiğinde önce ortaya gelir, orkestrayı susturur; meydanı boşaltır, yüksek sesle şiirini okur; sonra da çalan Harmandalı eşliğinde tek başına zeybek oynardı. Hatta bir harbiye öğrencisiyken eski başbakanlardan Şükrü Saraçoğlu’nun karşısında böyle bir zeybek oynayışından sonra, “Sayın Başvekilim; Beni böyle hep zeybek olarak göreceksiniz!” diye gür sesiyle seslendiğinde Başbakan Saraçoğlu ona şu yanıtı vermiş: “Ona ne şüphe! Zeybeklik senin kanına işlemiş”… Vehbi Hoca’nın bu olayı anlatırken, sesini kalınlaştırarak Şükrü Saraçoğlu’nu taklit edişi hala gözümün önündedir. O sevgi halesi nasıl da yuvarlanıp, ses tonunda akar giderdi! Canı kadar sevdiği kızı Feryal ile eşi İlhan Hanım’la ilgili içten, yürekten gelen sözleri… Sevgili Ferial kızmasın; “Feryal ben evden çıkarken uyuyordu, odasına girdim! Taksiti gelmiş, aynanın önüne para bıraktım; bilmiyor… Uyanınca nasıl sevinecek kim bilir!” diye çocukça sevinişi; bir sevgiyi, aile ortamının yarattığı sevgi yumağını coşkuyla yaşayışı ve aktarışı…

Ölüm, kimi insana hiç yakışmıyor.

 Ziya Osman Saba, ölümü şöyle anlatıyor bir dizesinde:

Ha üç gün önce, ha beş gün sonra.
Geldiğin gibi gidişin.
Nereye gittiyse anan, baban,
Peşinden kardeşin.
Bir yaprak dökümüdür dört yandan.
Bir dostun, seninle ağlamış gülmüş,
Bir sabah gazeteyi açarsın ki:
Ölmüş!
Daha dün gibidir hepsi.
Evlendiğin gün çekilmiş resim.
Mesutsun bak, çoluk çocuğunla.
Geçti kaç mevsim…

1917 yılında Balıkesir’in Çömlekköyü’nde dünyaya gelmiş; ilkokulu Ayvalık’ta bitirmiş. Annesinin onca yapma etme demesine karşın, bir havan içinde döverek kırdığı cam parçalarını gösterip; “Göndermezseniz, içerim bunu” diye annesini tehdit edip, un çuvalları yüklü bir kamyonun üzerinde zorlu bir yolculuktan sonra Erzincan Askeri Ortaokulu’na gelip kaydını yaptırmış. Liseyi Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nde bitirmiş. Daha sonra Ankara Kara Harp Okulu’ndan mezun olarak, askerlik yaşamına süvari sınıfında başlamış… Süvari olmak, onun için en büyük mutluluklardan birisiydi. Sonradan, askerlik dönemimde onun kuşağından gelen emekli yaşlı bir albaydan dinlemiştim; Vehbi Bey’in lakabı “Süvari Vehbi” imiş arkadaşları arasında. Atlara ve süvariliğe vurgunmuş… Askerlik mesleğinden o zamanlar tanınan özel bir yasa ile Milli İstihbarat Teşkilatına geçişi; çeşitli illerde Emniyet Müdürlükleri yapışı; Milli Eğitim Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği Görevi; ardından Ege Bölgesi Gümrük Muhafaza Başmüdürlüğü; Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı ve nihayet enstitümüzün kuruluşu sırasındaki aktif katkıları… Buca Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü ile İlahiyat Fakültesi’nin değişik bölümlerinde Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Dersleri verişi…

Vehbi Tanfer, hafızası son derece güçlü biriydi. Okuduğu ortaokul kitaplarını satırlarına kadar ezberinde tekrarlayabilirdi. Hatta yanılmıyorsam Behçet Kemal kendisini, hafızası en güçlü kişiler arasında saymış bir yazısında… Milli şairdi. Her konuda şiir yazar, yazdığı şiirlerini paylaşmaktan büyük bir zevk duyardı. Buna karşın, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinin yılmaz bir savunucusuydu. Onca rahatsızlıklarına karşın, bir ulusal etkinlik olduğunda, yaşamını bile riske atarak kaç kez yollara düşüp, o etkinliğe katılmak için yollara çıktığına tanık olmuşuzdur… Kimi zaman, biz gençleri etrafına toplar; tarihin koridorlarında kimi zaman gizemli, kimi zaman üstü örtülü kalmış konular onun anlatımıyla adeta o tutsaklıklarından sıyrılır, ete kemiğe bürünürdü. Tevfik Fikret hayranıydı; Plevne Müdafii Gazi Osman Paşa’yı, Atatürk’ü en çok etkilemiş tarihi kişilik olarak görür, Atatürk’ün; “O, Türklüğün onurunu Plevne’de kurtardı!” yorumunu sık sık tekrarlardı. Anlatmaktan en çok hoşlandığı şey, Said-i Nursi’nin Urfa’da mezarından nasıl çıkarılıp, başka bir yere götürüldüğüne ilişkin, mutlaka bir şeyleri de gizlediğini bildiğimiz anılarıydı… Bir gazete onu bulup bu konu ile söyleşi yapmak istediğinde gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Hoca ne der, neler anlatır; kimlere hedef olur endişesi yaşıyordum. Endişemi anladı; “Yavrum!” dedi. “Ben Vehbi Tanfer’im; merak etme antenler çalışır! Nerede, ne kadar neyi anlatacağımı bilirim. Endişeye gerek yok!”

Hocam, derin insandı. Gizemliydi. Bir durumla ilgili bir şey sorulduğunda, yanıt vermek istemezse ya da söyleyeceği şeyler bilinmemesi gereken şeylerse; “Bana soru sormayın! Cevaplarımla, beni yalancı durumuna düşürmeyin” diye nükte yapardı… Genç yaşlarından buyana döneminin en önemli tarihçileriyle çok özel sohbetleri, arkadaşlıkları olmuştu. Enver Ziya Karal, Adnan Erzi, Afet İnan bunların bir kaçıydı. Adnan Erzi’yi karakoldan nasıl kurtarmış; Enver Ziya Karal ve eşi Fatma Hanım’la ne tür dostlukları ve arkadaşlıkları varmış; bunları hayranlıkla hocamızdan dinlerdik…

Ben onu yirmili yaşlarımda tanıdım. Ve tam yirmi yılım iç içe, gönül gönüle yanında geçti. Zigana eteklerinde kıvrıla kıvrıla ilerleyen Şark Şimendiferinde bir Rus casusla yaşadıklarını bir serüven filmi gibi gözümde canlandırdı; tuttu, tarihten söz ederken, bizi cephelerin içine attı; Atatürk’ün sofrasına oturttu… Pek çok yazısını kaleme almasında kendisine yardımcı oldum. Radyofonik temsil nasıl yazılır, ondan öğrendim. Çanakkale Destanı’nı yazarken, özünde her bir sözcük üzerine ne denli titizlendiğini gördüm. Benim için çok iyi bir dost; onca yaş farkına karşın, iç dünyamda son derece anlaşabildiğim bir arkadaş, bir ağabey, bir baba idi. “Gerekirse babamı bile ipe çekerim!” dediği ulusal konulardaki idealist duruşu ve yükselen gür sesi hep geleceğe dönük güven duygusunu verirdi.

Evine gittim; yemeğini yedim; kahvesini içtim; onca çekinmeme karşın, beni oyuna getirip, bir hafta boyunca Ayvalık Küçükkuyu’daki yazlığında konuk etti; Kaz dağlarının havasını onun evinde soludum; eliyle kestiği keçi peynirlerinden yedim. Küçükkuyu’nın şirin rıhtımında hocamla akşamın serinliğinde yürüdüm. Hep, ama hep ondan bir şeyler aldım… Ve o kendine ait ne varsa, cömertçe, sakınmadan verdi. Sık sık yüzüme karşı şu sözü söylerdi:

“Ben Atatürk’ten bir yongayım… Ve sen, benden bir yongasın; Ben Atatürk’teyim, sen bendesin. Ben Atatürk olup, senin bedeninde dirileceğim!”

Diril bedenimde hocam; diril, boy ver! Uzat filizlerini bedenimde geleceğe uzat, siz yongasınız, ben yongada bir küçücük kıymığım!

Değerli bir asker, bürokrat ve bilim adamı Vehbi Tanfer, yaşamı boyunca Atatürkçülükle nefes aldı, Atatürkçülükle nefes verdi. Kitlelerin kendisini anlamasına büyük önem verir; üstün konuşma biçimiyle, dinleyenleri derin bir etki altında bırakabilirdi. Daha Emniyet Müdürlüğü dönemlerinde, köylüleri Atatürk ve Türk devrimi konusunda aydınlatmak için konferanslar verdiğinden söz ederken, köylü bir kadının başından çevresini çıkarıp terini silişini; “İşte Türk kadını bu! Nereden çıktı bu türedi yobazlar” diyecek kadar cesur ve ataktı.

Günün birinde onca gitmeyin dememize karşın, uzun bir yolculuğu göze aldı; Sivas’taki Sivas kongresi etkinliklerine katıldı. Atatürk Araştırma Merkezi ile Sivas valiliğinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu Sivas Kongresi I. Uluslar arası Sempozyumu’na katıldı. “Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk ve Sivas” konulu bir bildiri sundu. Bildirisini ben daktilo ettim; düzeltmeleri birlikte yaptık. Geri geldiğinde hastalanmıştı.

Geldiğinde yorgundu, hasta düşmüştü… İlerleyen yaşı nedeniyle bel kemiğinde çökme olmuş; yataklara düşmeyi gurur meselesi yapmıştı. Bunu kendisine yediremiyordu. 20 Kasım gecesi kızı Ferial Hanım’dan bir telefon aldım; babasının çok rahatsızlandığını, bilincini yitirdiğini söylüyordu. Uçarcasına gittim. Hastaneye kaldırılmayı kesinlikle reddediyormuş; ama uyur haldeydi. Benim geldiğimi söylediler; güçlükle gözlerini açtı ve şu sözleri mırıldandı: “Hocaların hocası geldi, evime ışık doğdu”…

20 Kasım 2002 günüydü. Ve o gün ufuklarda tan yeri sökerken, koca bir güneş yanı başımızda sönüverdi… Yanımızda dedim; başta Ferial Hanım, İlyas Bey ve ben… Bir dev başka bir âleme yürürken, biz üç kişi donup kalıvermiştik…

Veda vakti geldi işte çoktan;
Esen rüzgârlara karışıverdi adın;
Hüzün; bir toz bulutu yüreğimizde;
Bir lahza andır; acı tatlı yaşananlar;
İçimizde derin bir keder, geride bıraktığın…

                                                        Kemal ARI

A hocam; hoca olmak kim, biz kim? Biz dev bedenlerin arkasında gölgeyiz; yürüyen ayaklara iziz… Gövde olmak size, gölge olup gövdeyi izlemek bize…

Nur içinde yatın!

Kemal ArıEnstitü Müdürü
kemal.ari@deu.edu.tr
(5.06.2008)

Font Boyutunu Değiştir
Kontrast