Türkçe metni rahat izleyebilmeniz için, "browser" ınızın "document encoding" ini "Turkish" olarak değiştirdiniz mi ? ...

Fenerbahçe FC...



Kaynak - 1...

Fenerbahçe'nin Gizli Tarihi - 1...
Selahattin Duman, Ağustos 1996...
İLK TÜRK FUTBOLCUSU FENERLİ FUAD BEY'Dİ...

... 1900'lü yılların başında Kadıköy'de oturan James Lafontaine adındaki İngiliz olmasaydı, Osmanlı tebası belki futbol topuyla daha geç tanışacaktı O zaman da Galatasaray'ın kuruluş yılı 1905, Fenerbahçe'nin kuruluş yılı 1907 olmayacaktı. Belki renkleri, belki isimleri bile başka başka olacaktı. Ya da o zamanın Kadıköy'ünde, James Lafontaine adlı futbol hastası yerine George Brown adında bir çim hokeyi meraklısı başka bir İngiliz yaşasaydı belki de bugün milletce başka bir spora aşık olacaktık. Hintliler ya da Pakistanlılar gibi. Futbolu bağrına sokan İngiliz James Lafontaine, 1900'lu yılların başındaki hallerini şöyle anlatıyor: "Biz üç beş İngiliz Moda çayırında bu işe başladık. Ancak iki takım kuracak sayıda oyuncumuz vardı. Aynı insanlarla oynamaktan canımız sıkılıyordu. Lakin Türk genclerini bu işe teşvik etmekten de korkuyorduk..." Acaba neden korkuyorlardı ? Türk gençlerinin kuracağı takıma yenilip millete rezil rüsva olmaktan mı? Yoksa maç sırasında aşka gelecek seyircilerden dayak yemekten mi ?

FUTBOL YASAK !...

Devir Sultan İkinci Abdülhamid Efendimizin devri. Padişahımız, halifemiz iyidir hoştur da biraz vehimlidir. Ahalinin "futbol bahanesiyle" dahi olsa yan yana gelip, kalabalık teşkil etmesinden hoşlanmaz. "Nerede çokluk orada şeylik..." politikası güttğünden, Müslüman ahaliden üç dört kişinin yan yana yürümesini bile yasaklamış. İşte James Lafontaine'i korkutan şey bu. Türk gençlerini futbola alıştırayım derken başının belaya girmesinden çekiniyor. O yüzden de maçlarında Türk gençlerini oynatmıyorlar. Ama boş bir tedbir bu. Olimpiyat oyunlarının yapıldığı stadyumun önünde "kokoreç satmayı planlayacak kadar" gözü kara girişimcilere sahip bir milletin çocuklarını, Abdülhamid'in yasakları durdurabilir mi ? Durduramamış nitekim... İngilizlerin, Rumların aralarında futbol oynadığı, Kuşdili, Moda, Papazın Cayırı, Baklatarlası, Taksim Kışlası gibi yerlere biriken Müslüman ahali "Bu ne iştir..." deyip maç seyretmeye başlamış. Seyrettikçe de iştahlanmış. Yerinde duramaz olmuş. O vakitler bugünkü gibi tribünlü, tel örgülü sahalar yok. Futbol sahası dedikleri yer dört tarafı açık alanlar. James Lafontaine İngiltere'ye döndükten sonra Daily Mirror'da yayımlanan hatıralarında bu durumdan şikayet ediyor: "Maçın olmadık bir yerinde, kafasında fesiyle bir Türk seyirci dalar, yakaladığı topu tekmeleyip havaya dikmeye çalışırdı. Bu yüzden maçlarımız sık sık kesintiye uğrardı. Bu futbol heveslilerini durduracak bir polis kuvveti bulunmadığından çok sıkıntı çekerdik..."

FUAD HÜSNÜ BEY...

Bizim Ergun Hiçyılmaz'ı tanırsınız. Hem iyi bir tarihçi hem iyi bir arşivci hem de sıkı Fenerlidir. 1992'de yayımlanan "Türk Futbol Tarihi" adlı çalışmasının birinci cildinde, Türklerin futbol hevesini örnekleri ile naklederken ilginç bir şahsiyeti tanıtıyor. İlk kez futbol sahasına çıkan bir Türk'ten, Fuad Hüsnü Bey'den söz ediyor. Abdülhamid'in donanmasının amirallerinden Hüseyin Hüsnü Paşa'nın Mekteb-i Bahriyesi'nde (Deniz Harp Okulu) okuyan oğlu Fuad Hüsnü Bey bilinen ilk futbolcumuz. Fuad Hüsnü Bey mükemmel İngilizce konuşabildiği için Moda'daki İngilizlerle ahbaplık ediyor. O zaman İstanbul'da futbol topu da yok, futbol malzemesi satan bir yer de. Fuad Hüsnü Bey, İngiliz ahbaplarından bir top tedariklenip başlıyor üzerinde tepinmeye. Kah boş bir arsa bulup peşinden koşuyor kah bir duvarın karşısına geçip durmadan şut atıyor. Papazın Cayırı mevkiindeki bir okul duvarını futbol topuyla dövmekte olan Fuad Hüsnü'yü yakın arkadaşı Reşat Danyal Bey görüyor. Önce hayretler içinde bir süre seyrediyor. Sonra yanına sokulup soruyor: - Hayırlar ola Fuad. Duvarı yıkmaya mı Calışıyorsun ? Fuad Hüsnü, yakın arkadaşı Reşat Bey'e Once derdinin duvarı yıkmak değil de futbol talim etmek olduğunu anlatıyor, ardından da bir teklifte bulunuyor: - Neden bizim bir futbol takımımız yok ? Gel biz de takım kuralım. Reşat Danyal Bey'in aklı yatıyor bu işe "İlk Türk futbolcusu" olarak tarihe geçecek olan Fuad Hüsnü'nün liderliğinde birkaç delikanlı bir araya geliyorlar. İstanbul'un ilk Osmanlı takımını kuruyorlar. Fuad Hüsnü ve Reşat Danyal ile birlikte Şevki Bey, Fahri Bey, Nurettin Bey, Emcet Bey, Hafız Mehmet ve Hafız Mustafa kardeşler, Kemani Nuri Bey ve Tamburacı Osman Pehlivan. İsimleri tespit edilenler bunlar. Kadronun yarısı mevlide giden hafızan ekibi, diğer yarısı saz takımı gibi bir şey.

"BLACK STOCKINGS"...

Bugünkü Fenerbahçe Stadyumu'nun yeri o vakitler Papazın Cayırı diye biliniyor.Sonraları Onio Club'ın mülkiyetine geçecek ve futbol sahası olarak kullanılacak. Her neyse. İşte bu çayırın yanından geçen yolun üzerinde bir Halil Mahmudiye ilkokulu, onun da yanında Hurşit Ağa'nın kahvesi var. Fuad Hüsnü Bey'in öncülüğünde kurulan ilk futbol takımımız bu kahveyi kendine lokal yapmış. Burada buluşup takım kurma işini konuşuyorlar. En önemli sorun da takıma ne isim verecekleri. Türkçe bir isim katiyen olamaz. Çünkü Osmanlı tebasına futbol yasak. Padişahimız, halifemiz Abdülhamid Han, en laf anlamaz zaptiyesini bu işe memur etmiş. Zaptiye Celal'in işi Türk gençlerine futbol oynatmamak. Ardına taktığı iki tüfekli nefer ile İstanbul-Kadıköy arasında mekik dokuyor. Galatasaray Lisesi'nin bahçesi başta olmak üzere Mahmut Baba türbesini, Papazın Çayırı'nı Kuşdili'ni sürekli dolaşıp "futbol heveslisi" gençlere göz açtırmıyor. O vakit Boğaz köprüleri olmadığından karşıdan karşıya kolayca geçilemiyor. Bu da futbol meraklısı delikanlılara arada bir arsalara çıkıp top tepikleme fırsatı yaratıyor. Zaptiye Celal'in şerrinden korkan Fuad Hüsnü ve arkadaşları kurdukları takıma İngilizce olarak "Siyah Çoraplılar" manasına gelen "Black Stockings" adını koyuyorlar. Planları kendilerine de İngiliz süsü vermek. İki üç idman yapıp, futbol topuna ayaklarını biraz alıştırdıktan sonra da Moda'nın Rum gençlerine maç teklif ediyorlar. Onların da canına minnet. Teklif kabul ediliyor. 26 Ekim 1901 tarihinde Papazın çayırı mevkiinde Rum takımının karşısına çıkan acemi Osmanlıların işi zor tabii. Maçı 5-1 kaybediyorlar. Bu arada Fuad Hüsnü Bey eğrisini doğrusuna getirip bir gol atıyor ve spor tarihine "Gol atan ilk Türk" olarak bir kez daha geçiyor. Ama maçın yapılacağını haber alan bir muhbir durumu hemen Zaptiye Celal'e jurnalliyor: "Karşılıklı kaleler kurup, Rumlarla aynı kıyafet-i labis olduğu halde top endahtı ile talim icra etmekte olduklarından..." BASKIN VAR Yani diyor ki: "Karşılıklı kaleler kurmuşlar, Rumlarla aynı kıyafeti giymişler. Top oynayıp darbe talimi yapıyorlar." Neferlerini toplayan Zaptiye Celal baskına hazırlanırken yakınları da Fuad Hüsnü'nün babası olan Hüseyin Hüsnü Paşa'ya haber uçuruyorlar: - Aman Paşa, senin oğlan padişahımızın yasağını dinlemeyip top oynamakta. Zaptiye de baskına hazırlanmakta. Yetiş, oğlunu hapislere düşmekten kurtar. Zavallı Paşa, telaşla faytonuna atlayıp "olay mahaline" doğru at koştururken, Zaptiye Celal de kendi askerini yola çıkarıyor. İkisi de aynı vakitte Papazın Çayırı'na ulaşıyorlar. At üstündeki Zaptiye Celal ile arkasındaki süngü takıp "Allah Allah" nidasıyla sahaya dalan neferlerini gören Türk futbolcular çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Kimisi mezarlık yönüne kimisi denize doğru kaçıyor. Rumlar ise şaşkın seyrediyor. Oysa futbol onlara da yasak ama Zaptiye Celal'in gücü İngiliz ve Rumlara yetmediğinden sadece Osmanlı gençleri ile meşgul. Fuad Hüsnü Bey babasının faytonunu görünce içine atlayıp canını kurtarıyor. Reşat Danyal ise yakalananlar arasında. Fuad Hüsnü baskından kaçıp kurtuluyor lakin eşkali tespit edilmiş, adı öğrenilmiş. Deniz Harp Okulu öğrencisi olduğundan askeri mahkemeye çıkarılıyor. "Padişaha karşı bir tertip içinde" olmadığını ispatlamak için dil dokuyor. Müstantik yani Sorgu Hakimi olan Reşid Bey ise hayatında futbol denilen şeyi duymamış. "Top" denince de Fatih Sultan Mehmet'in "Balyemez topu" gibi bir şey anlıyor. - Elinizin altında top da varmış, diye tutturuyor. Fuad Hüsnü Bey futbol topuyla askeriye topu arasındaki farkı göstermek için "suç aletini" mahkemeye getiriyor. böylece müstantik efendi bunun bir gülle olmadığını anlıyor. Yalnız kafasına takılan bir mesele daha var. Jurnal zaptında "Rumlarla aynı kıyafet-i labis" deniliyor ya. Buradan tek tip forma giydikleri manasını çıkarmakta. Fuad Hüsnü onun da çaresini buluyor. Müstantik Reşid Bey'den izin isteyip futbol kıyafetini giyerek huzuruna geliyor. Hakim, karşısındaki komik görünümlü gence uzun uzun hayretler içinde bakıyor. Sonra onun özel bir komiteci kıyafeti giymediğine hükmediyor. Komitecilik, ihtilalcilik ciddi bir iş. "Bu genç güpegündüz don gömlek gezdiğine göre olsa olsa kafadan sakattır." diye düşünüp takipsizlik kararı veriyor. Ama Fuad Hüsnü'ye bir gözdağı vermekten de geri kalmıyor: - Kazık kadar adamsın. Bir de paşa çocuğu olacaksın. Böyle don paça gezmeye utanmıyor musun ? Fuad Hüsnü böylece paçayı kurtarırken Dışişleri'nde çiçeği burnunda bir memur olarak çalışan Reşat Danyal arkadaşı kadar talihli çıkmıyor. Tahran Sefareti'ne yani İran'a sürülüyor...

Fenerbahçe'nin Gizli Tarihi - 2...
Selahattin Duman, Ağustos 1996...
İKİ BÜYÜK İDDİA...

Osmanlı Amirali Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğlu Mekteb-i Bahriye Oğrencisi Fuad Hüsnü paşayı dönemin mahkemesinden kurtarır ama içindeki futbol ateşini bastıramaz. O hızla gider İngilizlerin kurduğu Kadıköy Futbol Takımı'nda kendisine İngiliz süsü verip Bobby takma adıyla oynamaya başlar. Bu diziyi hazırlarken kafam şimdiki Fenerbahçe yöneticilerinden Ertuğrul Hataylı'nın eşi Fatoş hanımın ailevi durumuna takıldı. Gazetecilik mektebinden dönem arkadaşımız olan Fatoş, merhum Oramiral Kemal Kayacan'ın kızıdır. Acaba, Fatoş, deniz subayı ve bir amiral torunu olan ve sonraları Kayacan soyadını alan Fuad Hüsnü Bey'in torunu muydu ? Telefonu açıp sordum. Sık sık yapılan bir yakıştırma olduğunu öğrendim. Sadece isim benzerliği. Ama Fatoş Hataylı bana telefonda ilginç bir şey söyledi. - Fenerbahçe ile ilgili bir çalışma yaptığını biliyorum. Birşey merak ediyorum. Fenerbahçe'nin kuruluş tarihi 1907'den önce mi? Ben daha cevap vermeye hazırlanıyordum ki "önce değil mi ?" diye ısrar etti. Sadece bu soru bile giderek şiddetlenen Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin nerelere kadar uzandığını göstermeye yeter. Türkiye liglerinde en çok şampiyon olmak Fener'e gönül verenlere yetmiyor. İlle kuruluş tarihi 1903 olan Galatasaray'dan daha eski olmak istiyorlar. Fenerbahçe'nin bilinen kuruluş tarihi 1907. Galatasaray'ın ise 1903. Bazı Fenerbahçe büyükleri, kendi takımlarının daha önce kurulduğunu ancak tescil edilmediğini iddia ederler. Ya da bunu ispatlayan belgelerin kaybolduğunu.

DOĞRUSU 1907 YILI...

Spor tarihimizle ilgili olanların verdiği bilgiye inanmak durumundayız. Bundan öncesine dair bir kayıt yok. Ama Fenerliler'e söz veriyorum. Bu dizi bittikten sonra 1905 ve 1906 yıllarının periyodik yayınlarına girip sıkı bir tarama yapacağım. Fener'in 1907'den önceki varlığına dair bir ipucu, bir iz olursa ilan edeceğim. Sultanımız, efendimiz Abdülhamid'in 33 yıllık saltanatının son senesi... Ülkenin her tarafında karışıklıklar başlamış. Henüz harekete geçmemişler ama Enver ve Niyazi Beyler'in dağa çıkmaları yakın. Neredeyse eli kulağında. Bir başka deyişle Abdülhamid ipin ucunu yavaş yavaş kaçırıyor. Saltanatı ile uğraşan münafıklarla boğuşmaktan futbol topu peşinde koşturanlarla uğraşmaya vakti kalmıyor. Kadıköy yakasını sindiren Jurnalci Şamil artık ortalarda gözükmüyor. Papazın Cayırı'nı, Baklatarlası'nı basıp top uçurtmayan Zaptiye Celal'in süngüsü çoktan düşmüş. Karakoldan dışarı kafasını çıkaramaz olmuş. Osmanlı gençleri artık resmi bir takımın forması altında olmasa da rahat rahat top oynayabiliyorlar.

İLK KURUCULAR...

Kadıköy'de uzun zamandan beri bir takım kurma konusunu tartışan üç kafadar var: Ayetullah Bey, Nurizade Ziya Bey ve Necip Bey. 1907 yılında beş takımdan oluşan İstanbul ligine katılıp dördüncü olan Galatasaray'ın durumuna bakıp "başka Türk takımlarının da kurulabileceği" konusunda cesaretleniyorlar... Gerçi Galatasaray da bir Türk takımı ama İstanbul yakasında ve arkasında Fransızların mektebi var. O vakitler Kadıköy bir taşra kenti kadar uzak İstanbul'a.Öyle ki bütün ömürleri Kadıköy'de geçip de bir kez bile İstanbul yakasına geçmemiş binlerce insan var. O yüzden Kadıköy yakasında kurulacak bir takımın anlamı başka. Bu işi konuşup bir karara bağlamak için ünlü edebiyatçılarımızdan Sami Paşazade Sezai'nin yeğeni olan Bahriyeli Necip Bey'in Moda'daki evinde buluşuyorlar. Moda Beşbıyık sokaktaki 3 numaralı hanenin alt katındaki selamlık dairesinde müthiş bir takımın harcı atılıyor. - Kuruyor muyuz arkadaşlar ? - Kuruyoruz. - Peki parayı nasıl bulacağız ? - Ben veririm. Kesenin ağzını açan bu şahıs, dönemin zenginlerinden Nurizade Ziya Bey. Ve Fenerbahçe'nin ilk kulüp başkanı. Kuruculara daha sonra Hasan Sami ve Hindi Asaf da katılıyor. Ayetullah Bey, Osmanlı Bankası'nda memur. "Parayı bastırıp" ilk başkan seçilen Ziya Bey ise Saint Joseph mezunu. Sadece para değil, Saint Joseph talebesinin desteğini de getiriyor Fenerbahçe'ye. Fenerbahçe takımının kuruluşu bahara rastladığından kulübe papatyanın sarı ve beyaz renkleri seçiliyor. Ziya Bey'de para var ya ! Hemen karşıya geçip Tünel'deki İngiliz Baker'ın dükkanında alıyorlar soluğu. O zamanlar İstanbul'da futbol ayakkabısı da yok topu da. Forma nereden olsun. Ya analarına, bacılarına diktirdikleri eğreti şeylerle Cıkacaklar sahaya. Böylelikle hiçbir maçı kaçırmayan azınlık hanımlara, Rum ve Ermeni kızlarına madara olacaklar. Ya da adam gibi futbol kıyafeti giyip, kendileri ile daha yolun başında alay ettirmeyecekler. İngiliz Baker'a verilen siparişler ancak birkaç ayda gelebiliyor. Nitekim formasını nisanda sipariş eden Fenerlilere bu formayı giymek ancak kasımda nasip oluyor. Yönetim ise bu formaları beklerken takımı kurmakla meşgul. Bu işi de Fener'e aza yapılan Saint Joseph'in Türkçe hocası Enver Bey'e (Enver Yetiker) veriyorlar. Bu arada takıma futbolcu olarak alınan Topuz Cemil de "elinden resmi geldiği için" kulübün amblemini çizmekle görevlendiriliyor. Fenerbahçe'de sağaçık olarak oynayıp 113 maçta 32 gol atan Topuz Cemil'in bir özelliği de topa müthiş vurması. Bu özelliğiyle de Bombacı Bekir türeyene kadar futbolumuzun ilk "penaltı kralı" ünvanını kazanıyor. Amblemi nasıl çizdiği sorulduğu vakit şöyle anlatıyor: "... Resime merakım biraz da yeteneğim olduğu için amblemi çizmemi istediler. Çok heyecanlandım. Günlerce kafa yordum. Sonunda karar verdim.Önce bir yuvarlak çizip içine bayrağımızın renklerinden kırmızıyı, çevresine de beyazı oturttum. Ortasına da stilize edilmiş bir kalp çizip, asaleti temsil eden lacivert renge boyadım. Cevresini de defne dalı ile süsledim."

TAKIMIN İLK MAÇI...

Böylece bugüne kadar gelen Fenerbahçe amblemi sarı, kırmızı, beyaz, lacivert ve yeşil renklerden oluşuyor. Samimi olarak söylüyorum. Ben yıllarca amblemin ortasındaki şekli palamut zanneder "Belki o vakitler Fenerbahçe semtinde bol bol palamut veren meşe ağacı vardı." diye düşünürdüm. Meğer Topuz Cemil onu bir kalp niyetine çizmiş. Sonradan Topuzlu soyadını alan ve adı bugün Fenerbahçe'nin en önemli caddesine verilen Cemil Bey, daha sonra "bir şeye kızıp" Galatasaray takımına geçecek ve iki sezon bu formayı giyecek. Öfkesi geçince de yine Fener'e dönüp futbolu burada bırakacak. İşte bu yüzden Fenerli fanatikler zaman zaman "Biz Galatasaray'dan daha önce kurulduk ama evrakları kaybettik" diye nasıl tutturuyorsa, Galatasaray'ın fanatikleri de Topuz Cemil'in durumunu iddia konusu yapIyorlar. Onlara göre de "Fener'in amblemini çizen bir Galatasaraylı." oluyor. Ellerindeki delil ise Topuz Cemil'in iki sezon sarı kırmızılı formayı giymesi. Oysa işin aslı bu. Topuz Cemil Fenerbahçe'nin abide isimlerinden biri. "Enver Hoca takım kuruyor." dedik ya ! Saint Joseph'in iyi futbol oynayan talebelerinden Galip Kulaksızoğlu'nu bulur ve Rumlarla cuma günü maç yapacaklarını söyleyip "iyi futbol oynayan arkadaşlarını getirmesini" ister. Galip de hocasının bir dediğini iki etmez. Arkadaşları ile birlikte cuma günü Fener'in arkasındaki çayırlıkta hazır ve nazır bulunur. İngiliz Baker'den tedariklenen forma ve tozluklar ilk maça çıkacak ekibe dağıtılır. Kuruculardan Hindi Asaf kaleci duracaktır. Yine kuruculardan Bahriyeli Necip sağbek, kulübün ilk başkanı olan Nurizade Ziya Bey de solbek mevkiine geçerler. O devrin şartları işte. Ali şen'i Halil Ibrahim'in yerine solbek oynarken düşünün. Öyle bir durum. Haflar ise Kara Hasan, Küçük Hasan ve Çerkez Sabri Beylerdir. O devrin diliyle muhacim hattı yani forvet ise şöyle kurulmuştur : Nusuhi Esat, Şefkati, Kulaksızzade Galip, Dalaklı Hüseyin ve Avukat Hayri Beyler. Bu Dalaklı Hüseyin ise o sezon takımı da çalıştırdığı için kulübün tarihine "ilk teknik direktör" olarak geçer.

BÜYÜK ZAFER GÜNÜ...

Rum takımı Yunan bayrağının renginde mavi beyaz bir formayla çıkar sahaya. Fenerbahçe ise sarı beyaz formasıyla. O vakitler hakem müessesesi oturmamış. Başka takımdan maçı seyretmeye gelen bir futbolcu genellikle iki tarafın rızasıyla hakem seçiliyor ve maçı yönetiyor. Bu uygulama 1920'li yIllarda bile devam ediyor. Bu ilk tarihi maçta hakemin kim olduğu belli değil. Zaten sahanın çizgileri ile kalenin ağları da yok. Hoş kalenin nizami olup olmadığı bile tartışılır ya ! Futbolcular tacı göz kararı belirliyor. Aut ya da korneri de kale direğini hizalayarak hesaplıyorlar. Maçı Fenerbahçe 2-0 kazanırken ilk golü de merkez muhacim (santrafor) Galip Bey atıyor. İkinci golü atanın ismi ise belli değil. Bazı spor araştırmalarında Fenerin ilk maçını İngiliz Moda kulübü ile yaptığı yazılmıştır ama yanlıştır. Araştırmacı Cem Atabeyoğlu, bu ilk maçta oynayan Nusuhi Esat Bey'den aktarır ki rakip Moda kulübü değil, gayrı federe bir Rum takımıdır ve aslanlarımızın önünde perişan olmuştur. (Galatasaray ilk Maç) Maç kasımın ikinci yarısında oynandığından hava oldukça soğuktur. Bu yüzden maçı seyretmeye üç beş hasta meraklı dışında kimse gelmez. Hele Kadıköy'ün futbol meraklısı güzel hanımları hiç gözükmezler. Zaten bu soğuk havalar kulüp yönetimlerinin başına bela olacaktır. Çünkü Osmanlı gençleri futbolun soğuk havada da oynanabileceğini ancak yıllar sonra öğrenecektir. Nitekim 1915 yılının aralık ayında İstanbul buz kesmiştir. Günler önce alınan Fenerbahçe-Galatasaray maçı ise Kuşdili Cayırı'nda yapılacaktır. Fenerli futbolcular "Hava soğuk. Galatasaraylı topçular deli mi ki bu havada ta karşıdan gelsinler." diye düşünüp sahaya teşrif etmezler. Sahaya tam takım çıkan Galatasaray'ın Fener'i beklediği haberi semte bomba gibi düşer. Ne kadar atlı araba, fayton varsa koşturulup futbolcular evlerinden, kahvelerden toplanır ve sahaya çıkarılır. Galatasaraylılar efendilik edip rakiplerini beklemiştir. Buz gibi hava yetmezmiş gibi bir de inceden tipi başlar. Oyunun ortasInda önce bir, ardından bir Fenerli futbolcu daha "Biz deli miyiz yahu! Bu havada top oynanır mı !" deyip sahadan çıkarlar. Onlardan cesaret alan iki üç Galatasaraylı da sahayı terk eder. Soğuğa dayanıklı futbolcular sahada kalır ve bu garip mücadeleden Fenerbahçe 1-0 galip ayrılır. İşte Fenerin ilk maçı da böyle berbat bir havada oynanmıştır.

FENER'İN LİGLERDEKİ İLK YILI SIKINTILIYDI !...

Gelelim Fenerbahçe'nin rengi nasıl değişti sorusunun cevabına. Öyle ya ! Kulübün ilk renkleri sarı beyazdı. Neden durduk yere sarı lacivert oldu acaba ? Kulübün ilk başkanı ve solbeki Nurizade Ziya Bey parayı bastırıp formaları tüccardan İngiliz Baker'a ısmarladı ama "Yazlık mı olsun, kışlık mı olsun ? Kısa kollu mu uzun kollu mu ?" soruları üzerinde fazla kafa yormadı. Belli ki "Yazın nasıl olsa idare ederiz, kış geldiğinde üşümeyelim" diye düşünüp uzun kollu ve kalın bir kumaştan verdi siparişini. Formalar ta İngiltere'den yapılıp gönderiliyor. Nitekim geldiği vakit de kış olduğundan satan da memnun giyen de. Ne var ki 1908 yılının mayıs sıcakları başlayınca Fener'in kışlık formaları da başa bela oluyor. Futbolcular askeriye kaputu gibi kalın kumaştan yapılan formanın içinde pişmekteler. Başkan Ziya Bey oturup kalkıp "Ne yapmalı ne etmeli" diye düşünüyor. Sonunda yazlık forma tedariki için paraya kıymaya karar verip soluğu İngiliz tüccar Baker'in Tünel'deki dükkanında alıyor. Baker kurnaz. Ziya Bey'e "şimdi ısmarlasak gelene kadar yaz geçer" diyor. Ama elinin altında sarı üzerine laciverti çizgili yazlık gömlekler var. Forma niyetine giyilebilir. Üzerine amblemi dikmek yeter. "Size bu gömlekleri satayım" teklifini yapıyor. Ne yapsın Ziya Bey ? önünde daha yaz sıcakları var. İstanbul'da başka yazlık forma yok. Renkler tutmuyor ama "Biz de değiştirip sarı lacivert yaparız" diyor ve gömleklerin tamamını satın alıyor. Işte Fenerbahçe'nin renklerinin sarı beyazdan sarı laciverte geçmesi bu yüzdendir. "Fenerbahçe koyundaki mehtabın ya da Fener'in sarı ışığı ile denizin laciverti" romantik birer yakıştırmadan öte bir şey değildir. Yokluk ve Caresizlik Fener'in renklerini değiştirmiştir. Bence iyi de olmuştur. Fener'in ilk başkanı Nurizade Ziya Bey ile yönetimden Osmanlı Bankası memuru Ayetullah Bey arasında ufaktan geçimsizlik başlamıştır.

İLK AYRILIK...

Kulüpte parayı Ziya Bey vermekte, önemli kararları ise Ayetullah Bey almaktadır. Parayı kendisi verdiği halde düdüğü başkasının çalmasına içerleyen Ziya Bey ile Ayetullah Bey arasındaki geçimsizlik giderek su üstüne çıkar. Takımı hem para olarak besleyen hem de maçlarına çıkıp solbek oynayan Ziya Bey bu çekişmede kendine taraf arar lakin bulamaz. Diğer kurucuların da kendisini pek desteklemediğini, parası için katlandıklarını hisseden Ziya Bey öfkelenip istifayı basar. Başkanlıktan da ayrılır Fenerbahçe'den de. Bununla da yetinmeyerek takımın bazı üyelerini de ayartıp İngiliz ve Rumlarla anlaşarak yeni bir takım kurar. Union Club adını verdikleri bu takıma Fener'in kıymetli haflarını, yani Kara Hasan ile Küçük Hasan'ı da transfer eder. Hatta hızını alamayıp Fener'in ilk teknik direktörü olarak tarihe geçen Dalaklı Hüseyin'i de ayartır. Rumlarla birlikte kurduğu yeni takıma götürür. Ziya Bey'i kızdıran olaylardan biri de şudur. Bir Ermeni müzisyene parasını verip "Fenerbahçe için" bir marş besteletmiştir. Sözleri kimin tarafından yazıldığı belli olmayan bu marşın benimsenmemesine de içerlemiştir. Oysa futbolcular ilk Fener marşını beğenmediklerinden değil içinde geçen sözler yüzünden söylememişlerdir. "Birlik, kuvvet, Türklük, gayret..." gibi Sultanımız Efendimiz Abdülhamid Han'ı huylandıracak bir sürü manalı sözcük. Abdülhamid siyaseten ipin ucunu kaçırıyordu dediysek bu lafları yiyip yutacak kadar da çaptan düşmüş değil. Ama Ziya Bey bunu dahi alınganlık konusu yapıp başkanı olduğu kulüpten kopup gidiyor. Feneliliği ise ancak tarihi zabıtlarda kalıyor. Yeni başkan artık Ayetullah Bey'dir.

SEYYAR KALELER...

İlk başkan Ziya Bey'in kulübü bu şekilde terketmesi Kadıköy çarşısını fena halde karıştırdı. Fenerbahçe'nin ilk üyeleri maddi açıdan mütevazi insanlardi. Çok istedikleri halde kulübe maddi açıdan yararlı olamıyor, bu yüzden de Ziya Bey elini cebine attığı zaman diğer üyeler sağa sola bakınıp ıslık çalmayı tercih ediyorlardı. Birşeyler yapıp bu sıkıntıyı hale yola sokmalıydılar. Allahtan Ziya Bey giderken kale direklerini götürmemişti. şimdi "Bu da nereden çıktı ?" diyeceksiniz. O vakit nizami futbol sahası yoktu. Kale direkleri de kulübün elemanları tarafından yaptırlır, takımın ayakçıları tarafından maç hangi çayırda oynanacaksa oraya taşınırdı. Maç bitince de kale direkleri yeniden gönüllüler tarafından saklandığı yere gütürülürdü. Peki sahada bırakılamaz mıydı ? Bunun cevabı "hayır" olacak elbette. İstanbul ahalisi boş bir çayırın ortasında bırakılacak kalasların kale olduğunu ne bilsin? Maazallah biri alıp odun niyetine evine götürebilirdi. Bu milletin lotaryaya, talih oyunlarına merakı çoktur. İşte bu merak Fenerbahçe'nin parasızlıktan bunalan yöneticilerinin imdadına yetişti. "Tayyare Piyangosu" gibi özel bir Fenerbahçe piyangosu düzenleyip bir kampanya açtılar. ikramiyeler cılızdı ama Kadıköy yakasında oturan herkes bunun Fenerbahçelilere bir yardım olduğunu biliyordu. O vakitlerin parasıyla tam 42 altın lira toplandı. İşte bu parayla kulübe Altıyol'da güzel bir lokanta kiralandı. Daha Onceleri Kadıköy Uhuvvet Kulübü'nün lokali olarak hizmet veren bina artık Fener'in mülkü gibi olmuştu. Fener'in becerikli yöneticileri daha sonra bu lokali iyice elden geçirecek, duşlu soyunma odaları bile yapacaklardı. 1932 yılına kadar hizmet veren bu lokal, daha sonra bir yangında kül oldu gitti. Yangının neden çıktığı o zaman anlaşılamadı. Ama yıllarca sonra kulübü yakanların bir grup taraftar !!! ? ? olduğu anlaşıldı. Fener'in kongrelerinde üstünlüğü başkalarına kaptırdıkları için kızıp kulüp binasını kundaklayan bu taraftarların çocukları, torunları hala Fenerbahçe üyesidir. Bazıları 1980'li yılların Fener'inde yöneticilik bile yapmışlardır. Bu mevzuya daha sonra döneceğiz. 10 Kasım 1908 günü İngilizlerin Imogene takımını Kördere Cayırında 3-0 yenen Fenerbahçe artık kendisini İstanbul Futbol Ligi'ne girmeye hazır hissediyordu. Yabancı takımlar maçlarını pazar günleri yaptığından onların ligine "Pazar Ligi" denilirdi. Osmanlı takımlar ise kendi tatil günleri olan cumaları kapışırlardı. Bu yüzden de İstanbul Futbol Ligi'nin resmi adI "Cuma Ligi"ydi. Ve Fenerbahçe bu lige Galatasaray'dan sonra kabul edilen ikinci takım oldu. ilk yıl pek başarılı geçmedi. Futbolun henüz acemisi olan Fener'in ilk topçuları futbolu başka türlü oynuyorlardı. İngilizler, onlardan futbol talim eden Galatasaray topçuları futbolu kaleler arasında dikine dikine oynarken Fener'in birçok futbolcusu "Kim topu en yükseğe dikerse o başarılıdır" zannediyorlardı. Bu yüzden de topu ayağına geçiren bir iki sektirdikten sonra mümkün olduğu kadar havaya dikiyordu.

EYVAH... YENİLDİK !!! ...

Şimdi bu tarifleri okuyanlar içlerinden kıs kıs gülüyordur ama o dönemin gerçekleri böyleydi. Futbolu bilen Kulaksızoğlu Galip gibi topçular da vardı. Ama her maça yetişemiyorlardı. Ya okul ya ailelerinden bir engel çıkıyordu. Bu yüzden de onların yerine acemi hevesliler oynuyordu. Pek çok maçı kaybeden Fenerbahçe tarihinde ilk kez Galatasaray'ın karşısına çıktı. Tutunamadı. Tam 3 gol yedi ve sahadan 0-3 yenik ayrıldı.

TARİHİ FARK OLUYOR...

Altı takımlı ilk lig serüvenini Galatasaray Şampiyon bitirirken, Fenerbahçe 5. olmuştu. Fenerbahçe'nin başkanlığına getirilen Ayetullah Bey için bu kabul edilemeyecek bir durumdu. Onun için de takımı birkaç iyi futbolcu ile takviye etti. Bir sonraki sezon daha iddialı olacaklardı. Ama yine olmadı. Galatasaray ilk maçta Fener'i 5-0 yendi. İkinci maçı ise tam 7-0 kazandı. O gün şiddetli bir lodos fırtınası olduğundan takımın yarısı Kadıköy yakasına geçememişti. Maça altı kişiyle başlayan Galatasaray, daha teknik ve tecrübeli futbolculara sahip olduğundan rüzgarı mükemmel kullanıyordu. O fırtınada Kadıköy'e kayıkla geçecek kadar çılgın cesarete sahip bir oyuncusu, Küçük Ali Bey maçın ikinci yarısına yetişti. Galatasaray yedi kişiyle sahadaydı. Fener'in kalecisi Ali Sait başını direğe vurup yaralandığından oyundan çıkmış, yerine kısa boylu Izzi geçmişti. İşte bu şartlarda oynanan maçı Fener 7-0 kaybetti. Kim bilir bu maçın Fener- Galatasaray rekabetinde tarihe geçeceğini, kuşaklar boyunca kafalarına kakılacağını bilseler belki iş başka türlü olurdu. Fenerbahçe lige atıldığı ikinci sezonu sonuncu olarak bitirirken ancak 2 gol atıp 22 gol yiyordu. Ama Fenerbahçe yeterince tecrübeyi kazandıktan sonra bu üç Galatasaray mağlubiyetinin acısını müthiş bir şekilde çıkaracak, taş gibi bir takım kurup Galatasaray'a tam dokuz sene hiç yenilmeyecekti. İşgal yıllarından bir maç yazısı : Spor Alemi Mecmuası, 17 Eylül 1922" "Fenerbahçe 5 -Ermeniler 0". 3 Eylül Pazar günü Kadıköy İttihat Spor Kulübü'nde Fenerbahçeliler ile Ermeni Muhtelit Takımı karşlaştı. Ermeniler geçen mağlubiyetlerini pek hazmedemediklerinden mütemadiyen gazetelerinde yeni bir oyun için Fener'i davet ediyorlardı. Bu davet Fenerbahçeliler tarafından kabul edildiğinden oyun çok heyecanlı oldu. Fenerbahçe takımı : Kaleci (Şekip); müdafalar (Hasan, Kemal, Cafer); muavinler (Kadri, Ismet, Refik); muhacimler (Alaaddin, Zeki, Bedri, Omer) beylerden teşkil etmişti. Ermeniler de geçen seferki takıma ilaveten gelen Nubar Efendi ile İngiliz Muhtelit Takımı orta muhacimi Anderson'ı ilave etmişlerdi. Hakem olarak Makabi takımının kalecisi intihap edilip müsabakaya tam saat altıda başlandı. Birdenbire "yaşa" nidaları, "aman kazanalım" sedaları arasında Fenerbahçe akıncıları Ermeni kalesine şiddetli bir iki akın yaptılar. Alaaddin ve Zeki'nin ayaklarına top geldiği zaman halk "Allah aşkına, bugünkü muzafferiyet şerefine sayı yapınız" diye bağırıyorlardı. işi sıkı tutan Fenerliler, ipe un sermediler. Zeki Bey ilk sayıyı ve hatta ikinci sayıyı da yaptı. Türkler mukabil tarafın muhacim hattında Manuk, Nubar gibi seri oyuncular olduğunu bildiklerinden galibiyeti tamamıyla kendilerine mal edemiyorlardı. Fakat Zeki Bey'in mütemadi sayıları ve buna Ömer Bey'in de ilavesi gollerin adedini beşe iblağ edince herkeste tezahürat başladı. Halk mütemadiyen "Yaşa !" diye bağırıyordu. Müdafalarımızın sert mukabeleleri önünde Ermenilerin muhacimleri tamamen akim kaldıklarından oyun bir tek kale mahiyetini almıştı. Akıncılarımız topu mütemadiyen Ermeni kalesine yolluyorlarsa da kalecilerinin fazla maharetli ve biraz da talihi yüzünden ağlara girmek istemiyordu. Galeyandan halk oyun çizgisinin içine girerek fazla asabileşmişti. Nihayet bu vaziyette müsabaka hitama erdi. Oyunculardan herbiri ayrı bir temaşakar grubunun başları üzerinde Kuşdili Cayırı'na kadar taşındılar. Sahanın kıyısında bekleyen diğer grup da galibiyet neticesi almış bu akına katılmıştı. Vapur iskelesine yürüyen temaşakarlar "Yaşa varol, Türkler her yerde galip" diye mütemadiyen bağırıyorlardı. Biraz sonra sesler kısılmış, bu insan kafilesi Kadıköy Caddesi'nden pek az vakti kalmış son vapura tatlı tatlı bir akın halinde akıp gidiyorlardı.

İŞTE FENERBAHÇE'NİN TARİHE GEÇEN TAKIMI...

Evet... Fenerbahçe ilk iki sezon Galatasaray ile tam üç kez oynayıp üç kez yenildi. Üstelik bu üç maçta tam 15 gol yerken bir tek gol bile atamadı. Takım sıkıntılı günler geçiriyordu. Birilerinin aklına Üsküdar'da iyi futbolcuların ve Türk kulüplerinin bulunduğu yer geldi. Onlarla yan yana gelinemez miydi ? Böyle bir güç birliği yapsalar hem şu İngilizler'e hem de azınlıklara, bilhassa Galatasaray'a günlerini gösterseler. Fena fikir değildi. Zaten Kadıköy ile Üsküdar arasında gelip giden aracılar da vardı. Bunlardan biri de Anadolu İdman Yurdu adıyla 1908'de cemiyetler masasına tescil edilen takımdı. Yazar Burhan Felek, bu takımın hem oyuncusu, hem yöneticisi hem de bekar odasını tahsis ettiği için lokal sahibiydi. Üsküdar Doğancılar'da oturan "Sesi Kısık Şadiye Hanım"dan futbol adındaki bir oyunun varlığını keşfeden Burhan Felek, futbol topuyla tanışmasını anlatırken Şöyle yazar: Şadiye Hanım'ın sesi kısıktı. Bu yüzden adını öyle koymuşlardı. İşte bu sesi kısık Şadiye Hanım'ın iki oğlu vardı. ikisi de Serasker Kapısı katiplerindendi. Bir gün çiçekçi Kahvesi'nde otururken sesi kısık Şadiye Hanım'ın büyük oğlu Ziya Bey: - Yahu! Kuşdili'nde İngilizler bir oyun oynuyorlar. Herkes gidip seyrediyor. Çok heyecanlı bir oyun! dedi. Babam merhum da bir gün aldı beni, Kuşdili'ne mi Papaz Çayırı'na mı iyi hatırlamıyorum, bunlardan birine götürdü. Herkes arabalar tutmuş ve arabaların üstüne çıkmış olarak futbol seyrediyordu. O an bu oyun beni büyüledi. Bunun hakkında kitaplar aradım, buldum. 1907 tarihinde Üsküdarlı on-onbeş arkadaşla "Anadolu İdman Yurdu" adındaki kulübü kurduk..."

BİRLEŞME OLAYI...

Üsküdar Kulübü ile Fenerbahçe yöneticileri Mühürdar'daki bir gazinoda biraraya gelirler. Konu tartışılır. Kimsenin birleşmeye bir itirazı yoktur. Üzerinde anlaşılacak tek şey bu birleşmeden doğacak yeni kulübün adının ne olacağıdır. Üsküdarlılar tutturur: - Takımın adı "Üsküdar Fenerbahçe" olsun! diye. Fenerliler kabul etmedi. Üsküdarlılar başka bir şey önerdi: - Üsküdar ile Fenerbahçe arasında bir sürü semt var. Onlardan birini seçip, o isim altında toplanalım. Yani takımın adı "Fenerbahçe olmasın da ne olursa olsun" manasında bir teklif. Ayetullah Bey razı olsa diğer yöneticilerin itiraz edecek hali yok. "Şemsipaşa" denilse kabul edilecek. "Bahariye" denilse kabul edilecek. "Kadıköy İdman Ocağı" denilse kabul edilecek. Ama önerinin hiçbirisi Ayetullah Bey'e sevimli gelmiyor. "Takımın adı Fenerbahçe olarak kalsın, renkleri siz seçin" karşılığını veriyor. Mızmızlanmalar başlayınca da ayağa kalkıp şu tarihi lafı ediyor: - Fransa Kralı 14. Lui bir tarihte "Ben devletim" demiş. şimdi de ben aynı lafı edeceğim. "Ben Fenerbahçe'yim". Bu tekliflerin hiçbirini görüşmeye değer bulmuyorum. Birleşme olmayacak. Toplantı bitmiştir efendiler.

İLK ŞAMPİYONLUK...

Allahtan Ayetullah Bey zaafa düşmemiş de Fenerbahçe ismiyle yaşayıp, bugünlere gelmiş. Bu fırtınalar atlatılıyor. 1911 yılında takımın kaptanı olan Kulaksız Galip başkanlığa geliyor. Saint Joseph çıkışlı Galip aynı zamanda takımın antrenörü oluyor. Tanıdığı, bildiği iyi futbolcuları takıma getirmeye başlıyor. iki sezon İstanbul liginde önüne gelene yenilen Fenerbahçe 1911-1912 futbol mevsimi başlarken, artık geçmişteki hesapları temizlemeye hazırdır. Fenerbahçe buhranlı günlerden çıkma savaşı verirken, Galatasaray'ın işi tıkırındadır. Bir önceki sezonu şampiyon bitiren Galatasaray İstanbul'un gözdesi olmuştur. Futbola hevesli ve kabiliyetli bütün gençler bu takımda oynamayı hayal ederler. Oyle ki, takıma müracaat edenlerin Cokluğu yüzünden Galatasaray yönetimi ikinci bir takım kurmayı planlarlar. Progress adında kurulan yeni kulüp, İstanbul Futbol Ligi'ne dahil edilir. İstanbul'un futbol meraklısı ahalisi arasında, önceleri "Galatasaray B takımı" olarak tanınır. Sonra şaibeli maç ithamlarından kurtulmak isteyen Galatasaray bu takımın adını Progress diye değiştirir. İngilizler takımın ağırlığını teşkil eder. Galatasaray'a fazla gelen elemanlar da buraya aktarılır.

AYICI ADNAN BEY...

Altı takımlı lige Fenerbahçe fırtına gibi girer. Kimse gözlerine inanamaz. İki sezon önüne gelenden dayak yemiş o takım gitmiş, yerine başedilmez bir ekip gelmiştir. Ne var ki bu sezon Galatasaray'ın mızıkçılığı ile başlar. Sarı kırmızılı takımdan "Ayıcı Adnan" diye bilinen bir futbolcu vardır. Futbolun topla oynanan bir oyun olduğuna bir türlü inanmaığından, sahada rakip topçular ile güreşmeyi, boks yapmayı daha çok sevmektedir. "Her sabah tekme ile açılır dükkanımız. Kafa yarar, kol kırar en mülayim halimiz" taktiği ile oynamaktadır. çıktığı her maçta birkaç babayiğidi telef etmiştir. Trablus harbinde bile bu kadar zaiyat vermeyen bir milletin Cocukları olarak; diğer kulüpler "Ayıcı Adnan"a itiraz ederler ve Galatasaray'ın maçlarında oynatılmamasını isterler. Galatasaray ise olayı gurur meselesi yapmıştır. "Ne var Adnan Bey'in futbolunda? Bazen topa denk getiremeyip, adamları tepiklediği oluyor. Ama kötü bir niyeti yok. Biraz ayağının ayarı bozuk. Biz topçumuzu feda etmeyiz" diye tutturur. Diğer kulüpler de "Adnan varsa biz yokuz" diye diretince, Galatasaray ligden çekilme kararı alır. Ayıcı Adnan olmadığı için o sezon "huzur içinde" geçer ve mevsime rüzgar gibi giren Fenerbahçe, önüne geleni devirip, hiç mağlup olmadan, 21 puanla Şampiyon olur. Camia bayram yapar ama içlerinde bir ukte vardır. Galatasaray ile hesaplaşamamışlardır. Bir de Galatasaray yenilse. Hesap için iki yıl beklemek zorunda kalacakları akıllarına gelmez. 1912 yIlIndaki Balkan savaşı, daha doğrusu düşman ordularının Edirne'yi de alarak bir felakete Cevirdiği savaş yaşanır. İstanbul acılar içindedir. Şehitler, yaralılar akın akın taşınmaktadırlar. Bu acılı günlerde futbol maçları yapılamaz ve koca bir sezon boş geçer. Meraklılar ise arsalarda, aralarında oynamakta, ayaklarını idmansız bırakmamaktadır. Ama forma giyip çayıra çıkmaya utanırlar. Vatan evlatları şehit düşerken eğlenir görünmemek için.

Fenerbahçe'nin Gizli Tarihi - 3...
Selahattin Duman, Ağustos 1996...
TARİHİ MAÇ...

1913'te Enver Paşa'nın askeri Edirne'yi kurtarmış, İstanbul'un neşesi yerine gelmiştir. Kadınlar sinemalara, erkekler ise maçların oynandığı çayırlara koşarlar. Yeni sezona şampiyon olarak giren Fenerbahçe, kuruluduğu günden beri bir kez bile yenemediği Galatasaray'ı beklemektedir. İlk maç bu duygular içinde oynanır. Otomobil Nurili, Memişli, Nüzhetli Fener forveti yine gol atamaz ama bu kez gol de yemez. 0-0 biten maç sonucu Fenerliler'den çok "Biz yoktuk da ondan şampiyon oldular" havasını basan Galatasaray'ı çok şaşırtır. Ama ikinci devre, bir kez daha karşı karşıya geldiklerinde daha da çok şaşıracaklardır. Kuşdili Çayırında oynanan ikinci maçta Fener güclü ve "havalı" rakibine tam dört gol atar. Böylece rakibini tarihinde ilk kez 4-2 mağlup ederken, yeni bir dönem başlatır. Kadıköy'ün neşesi yerindedir. Arkalarında Saray'ı ve Sultani'yi alan, kendini her zaman "orta direğin üzerinde" gören Galatasaray'ın snob gençleri ilk kez dize getirilmiştir.

FENER SEVGİSİ...

Bugün pek çok aklı eren "Fener neden çok seviliyor ?" sorusunun cevabını arar durur. O yılların İstanbul'unu ve şartlarını bilmeyenler ise cevabı başka başka noktalara taşırlar. Fener'in ilk Galatasaray galibiyeti aldığı 1914 yılından 1922 yılına kadar geçen zaman dilimi içinde iki takımın aralarındaki maçlara baktığımızda hep Fenerbahçe'nin kazandığını görürüz. Resmi maçlarda Galatasaray'ı defalarca yenen Fener, sadece 1917'de 3-2'lik tek bir mağlubiyet almış. Balkan Savaşları, Birinci Dünya savaşı, sayısız ihtilal girişimleri, Anadolu ve İstanbul'un işgali bu fırtınalı yılların satır başlarıdır. Daha sonraki yazılarda göreceğimiz gibi Fener bu bunalımlı yılları hep başarılı sonuçlarla atlatmış. Özellikle de yabancılara karşı müthiş bir başarı grafiği çizmiş. Ve Galatasaray'a uzun bir süre yenilmemiş. İşte ilgi ve sevginin formülü : Sürekli başarılı olmak. Fener bunu becermiş. İlk Şampiyonluk Fener'in makus talihini de kırıyor. ilgi patlaması oluyor. Artık takımın futbolcuları hem oynamak hem de kulüp başkanlığı yapmak zorunda değiller. Çünkü camianın şerefinden pay almaya can atan pek çok asil, varlıklı, siyasetten güçlü isim var. Başkanlık için sıradalar. Bunlardan Şehzade Osman Efendi Fenerbahçe'nin fahri başkanı ilan edilir. Bu tarihten sonra Fener'in başkanlığına getirilecek Şehzade Ömer Faruk Efendi başta olmak üzere maç kaçırmazlar. 1913-1914 sezonunda Fenerbahçe ikinci kez Şampiyon olur.

1913 - 1914 İSTANBUL LİGİ SONUÇLARI...

Takım OY GB BR ML AG YG AV PN
Fenerbahçe 10 8 2 0 36 6 + 30 18
Altınordu 10 5 2 3 18 8 + 10 12
Rumblers 10 4 4 2 22 15 + 7 12
Galatasaray 10 3 4 3 19 13 + 6 10
Strugglers 10 2 2 6 9 26 - 17 6
Telefoncular 10 0 0 10 2 38 - 36 0

GALATASARAY İLE YAPILAN İŞBİRLİĞİ VE BİRLEŞME OLAYI...

Bugünkü kuşak Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinden mutlaka "kazanmayı" anlıyor. Bunun için stadlarda "ölmeye" geliyorlar. Futbolcuyu da böylesine "sersemce bir akibete" ortak etmek için yırtınıyorlar: - Bu maçı alacağız, başka yolu yok. Fenerbahçe'nin geçmişini didiklerken 1910 ile 1920'li yıllarda, yani o belalı yıllarda bunun tam tersini gördüm. Sahadaki ölümüne rekabetin, saha dışında "sevgi ve kardeşliğe" dönüşmesine tanık oldum. Bunlardan bir iki örneği burada aktarmadan önce bir noktaya parmak basayım. Bu dizinin yayına başlamasından sonra, "Sen Galatasaraylısın. Neden Fener'in tarihi ile ilgileniyorsun ? Yazacak başka bir şey bulamadın mı ?" diye soran bir kaç enteresan tipin karşıma çıktığını da hatırlatayım. Bunlar işsiz güçsüz takımından ve porno film oynatılan birahanelerin müşterisinden değildi. Kelli felli, iş güç sahibi, çoluk çocuk sahibi adamlardı. Onlara "gülümsemekten" gayri verebileceğim tek cevap şu: "Bunları sizin için yazmıyorum ki." Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri kabul edilen Büyük Fikret'in (Arıcan) başına gelen şu olaya bakın. Bir Galatasaray maçı ve orta sahanın solunda oynayan (O zamanın deyimiyle sol muavin) B. Fikret'in karşısında Galatasaraylı Suphi Batur var. Seyirci Suphi Batur'a takmış. Ne zaman topu B. Fikret'ten kurtarayım derken kendi kalesine atıyor. Fenerbahçe 1-0 galip. O vakit 17 yaşında olan B. Fikret golün sevinci ile kendinden yaşça büyük olan Suphi Batur'a sokulup "Güzel goldü ağabey. Maçtan sonra Fener seyircisi seni omuzlarına alır" diyerek kafa bulmaya çalışıyor. Suphi zaten takımı yakmış. Bu lafa daha da içerliyor ama cevap vermiyor. Lakin olayı fark eden biri daha var. Fener'in unutulmaz kaptanı ve golcüsü Zeki Rıza Sporel. Orada duruma bir "mim" koyuyor.

BÜYÜK BİR DERS...

Büyük Fikret için bir top kayıyor. öfkeyle arkasından gelen Suphi koşup yetişiyor ve çelmeyi takıyor. Kuvvetli bünyesi olan Fikret düşmüyor. Topu da kaptırmıyor. Sürmeye devam ediyor. Bu arada Fener Kaptanı Zeki'nin hakem Emin Bey'e birşeyler söylediğini de farketmiyor tabii. Hakemin belli belirsiz çalan düdüğünden sonra Fikret bakıyor ki herkes durmuş kendisine bakıyor. Emin Bey yanına gelinceye kadar da olanları anlamıyor: - çık dışarı, oyundan atıldın. - Ben ne yaptım hocam ? - Rakibin sana çelme taktı. Düşmeyip devam ettin, seyirciyi tahrik ettin. Fikret boynunu büküp sahadan çıkarken, Kaptan Zeki'nin kendisine arka çıkmayışına bir anlam veremiyor. Taa ki yıllar sonra Zeki Bey bu atılışın gerçek sebebini kendisine anlatana kadar da veremeyecek. İşte rekabet içinde saklı kalması gereken değerlere verilen önem. O maçta eksik Fenerbahçe yenilebilirdi. Böyle bir yenilgi affedilebilirdi. Ama rakip Galatasaray'dan da olsa bir büyüğe yapılan saygısızlığın mazereti olamazdı. 1910'lu yıllar... 31 Mart vakasının izleri henüz taze. Abdülhamid'den sonra iki padişah daha gelmiş. İki büyük Balkan savaşı yaşanmış. Ittihat ve Terakki'nin darbesi ile iktidar el değiştirmiş. Bab-ı Ali baskını. Ardından Mahmut Şevket Paşa'ya suikast. Ardından beş yıl sürecek Birinci Dunya savaşı ve üç kıtada savaşan Osmanlı Ordusu. İstanbul'daki yabancıların futbol takımları mantar gibi çoğalıyor. Museviler'in Makabi, Ermeniler'in Tatvla Heraklis, Rumlar'ın Pera (Sonraları Beyoğluspor) ve Kadıköy Elpis, İngilizler'in Strugglers, Rumblers, Imogene, Kadıköy Clup ve Golfstream takımları bunların en dişlileriydi. Ayrıca Rum karması, Ermeni karması, İngiliz karması adı altında takımlar kurup Türk takımlarıyla maç yapıyorladı. Fenerbahçe ile Galatasaray sahada rakipler ama iş azınlık takımları ile yabancılara geldi mi birbirlerine tam anlamIyla arka çıkıyorlar.

İŞBİRLİĞİ FİKRİ...

Katıldığı ilk sezon başarısız olup sonradan ikincilikle yetinen Fenerbahçe'nin güçlendirilmesi fikri, Galatasaray için önemli bir konudur. 1908'den itibaren Fuad Hüsnü, Kulaksızoğlu Galip, Zeki Rıza Sporel'in ağabeyi Hasan Kamil (ilk milli takım kaptanı) ve Kara Hasan Galatasaray'dan Fenerbahçe'ye bu niyetle gönderildiler. Ama sonradan kantarın topu kaçar. Bu kez de Galatasaray güçsüz düşer. Fenerbahçe'nin daha popüler hale gelmesi üzerine futbolculardan "başka takıma gitmeyeceklerine dair" imza almaya başlar. 1912'den 1922'e kadar Galatasaray yönetiminde acizlik görülür. "ilk Türk futbolcusu" ünvanına sahip olan Fuad Hüsnü Bey "yöneticilik öğrenmek için" Galatasaray'a geri döner. Hem kendisi futbol oynar, hem idarecilik yapar. Galatasaray'da Divan Üyesi olduğunda bile "Ben aslında Fenerliyim" diye konuşacaktır. İşbirliği fikrine ilk yanaşan Galatasaray'dır. Fenerbahçe'nin kuvvetli bir İngiliz takımı olan Strugglers ile yapacağı maçtan önce haber yollayıp "En iyi beş futbolcumuzu size takviye olarak verelim" teklifini yaparlar. Fener yönetimi uzun müzakerelerden sonra bu teklifi teşekkür ederek reddeder. Strugglers'a yenilip sezonu sonuncu olarak bitirirler. Daha sonra da göreceğiz. Bütün Türk takımları birbirlerinden oyuncu takviyesi alırken, Fenerbahçe her nedense buna bir türlü razı olamaz. Başkalarına oyuncu verir ama kendi bünyesine dışardan kolay kolay oyuncu kabul etmez. Belki de Fener'i halkın kalbine yerleştiren özelliklerinden biri de buydu. Ama Galatasaray "güçbirliği" fikrinde ısrarlıdır. "Yabancı takımlara karşı dayanışma milli bir görevdir" diye tutturup, sonunda Fener'i masa başına oturmaya ikna ederler. Bir protokol hazırlanacak, "güçbirliği" şartları belirlenecektir. Galatasaray'dan Ali Sami Yen ile Fenerbahçe'den Kulaksızoğlu Galip Bey'in başkanlığında heyetler bu işi mükemmel kıvırırlar. Bir güçbirliği metni hazırlayıp, imzalarını çakarlar. 23 AGustos 1328 (1912) tarihli bir dilekçe ile durumu "Beynelmilel Olimpiyat Cemiyeti Memalik-i Osmaniye şubesi Riyasetine" sunulur.

PROTOKOL VAR...

Daha sonraları "Fener ile Cimbom birleşecekti" iddialarına yol açan bu protokolün önemli maddeleri şöyledir: - Yabancılarla oynanacak milli mahiyetteki maçlarda iki kulüp, birbirlerine en kıymetli oyuncularını verebilecek. - Bu karma takım, sahaya "Türk Gücü" adı altında çıkacak. - Takımın rengi bayrağımızdaki gibi kırmızı-beyaz olacak. Formanın göğüs nahiyesinde kırmızı-beyaz ay yıldız bulunacak. Görüyorsunuz değil mi ? iki büyük takım, bilmeden milli takım fikrine ve formasına sahip çıkıyorlar. Aralarında ayrıca "Ortak bir müze" kurmayı da kararlaştırıyorlar. Protokolde "Gücbirliği şartlarının daha da geliştirilmesi" hükmü de var. İki kulüp yabancılara karşı birbirlerine takviye oldular. Ama Balkan ve Birinci Dünya Savaşları yüzünden bu protokol tam uygulanamadı. Özellikle "Ay yıldızlı forma" maddesi. Her iki kulübün o yılları yaşayan anıt adamları "Harb-i Umumi olmasaydı Fenerbahçe ile Galatasaray birleşeceklerdi" diye iddia ederler. Tarihçi dostum Ergun Hiçyılmaz iki kulüp arasında "Birleşme protokolu" bulunduğundan emin. Fenerbahçe'nin bugün toprak olan ünlü isimlerinden bazılarına bu belgenin varlığını doğrulatmış. Şu sıralarda mesaisini bu belgeyi bulmak için harcamakta. Haberiniz ola !!!

1920'LI YILLARIN SPOR BASINI DA BUGÜNKÜ GİBİYMİŞ...

Bu yazıyı okuyunca göreceksiniz. Demek ki bizim spor basınının yaptığı işleri o tarihlerde de yapanlar varmış. Yani eski defterleri karıştırıp, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini didikleme ve milleti çığrından çıkarma işini. 1923 yılında oynanacak olan bir Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce kaleme alınan yazı "İstanbul ahalisini gaza getirme" siyasetini gütmekte ve eski defterleri karıştırmaktadır. Bir bölümünü aktardığım yazının başlığı "Fenerbahçe-Galatasaray'ın yeni maçı münasabetiyle iki rakibin eski hatıraralarını naklederken" diye atılmış. Devamında ise takımların maça nasıl hazırlanacağı anlatılıyor. şimdi 8 Mart 1339 (1923) tarihli bu yazıyı dikkatle okuyalım...

GALATASARAY NASIL DOĞDU ?...

Galatasaray Sultanisi'nde Ali Sami Bey'in teşebbüsü. Emin, Asım, Celal ve Bekir Beyler'in muavenetleriyle, beş on kişilik bir heyet halinde, ilk olarak 1321 (1905) senesinde doğmuştu. Bundan evvel İstanbul'da futbol oynayan Türkler bulunuyorsa da maateessüf tamamen Türk kulübü yoktu. Misal Bahriyeli Fuad Hüsnü Bey o sıralarda İngiliz Moda kulübünde oynuyor, ondan evvel de Muallim Faik Bey'in teşvikiyle futbolda birkaç heveskar görülmüş ise de kulup için teşkilat hükümetce men edilmişti. İşte 1321 senesinden uzaklaştıkça Galatasaray Kulübü kuvvetleniyor ve daha ziyade tezvim ediyordu (ünleniyordu).

FENERBAHÇE NASIL OLUŞTU ?...

Galatasaray yükselirken, o vakit Kadıköy'deki Frerler Mektebi Türkçe Muallimi Enver Bey, talebe-i kadimesinden birkaç talebeyi toplayarak ikinci bir Türk kulübü vicuda getirmişti. Fenerbahçe adını alan bu takım bir senede azasını yirmiye baliğ ettiği gibi o zamanlarda teşekkül eden lige de dahil olmuştu. Ecnebiler arasında her sene daha ziyade bir azimle görünmeye çalışan bu gençler hiç şüphe yoktu ki pek çok takdir ediliyorlardı. İşte bu iki Türk kulübünün ilk rekabetinin başladığı andan itibaren Fenerbahçe kuvvetce hasmından düşük ve daima mağlup olmakta idi. Bu mağlubiyetlerle beraber çalışmalarını hiçbir vakit ihmal etmemişlerdi. Her maç Galatasaray'ın kuvvetli taraftarlar kitlesi arasında icra edilerek neticede Fenerbahçeliler, rakiplerinden bir iki yarayla beraber mağlup vaziyette sahayı terkediyorlardı. Fenerbahçeliler'in bu azim ve gayreti 1329 senesinin Kanun-i Sanisi'nde (1913 yılı 27 Ocak) ikiye karşı dört sayı ile Galatasaray'a ilk galibiyetini intac etti.(Doğurdu) O zamanlar intişar eden (yayımlanan) "İdman Mecmuası" ile "Tevhid-i Efkar" gazetesi Fenerbahçeliler'in sebatını çok takdir etmişlerdi. İşte bu tarihten itibaren aylar, seneler geçerken her iki kulübün maçı da pek merakla beklenir ve bitmez bir heyecan ile takip edilirdi. Her ikisi de harb-i umumi başlangıcında kuvvetli birer sarsıntıya maruz kalmışlarsa da çabuk toparlanarak yine fikstürde birleşen maçlarında, tarafeyn son kuvvetleriyle çıkıp ve yine umum müsabakaları en heyecanlısını teşkil ederlerdi. şimdi artık hep o eski hatıralardan uzaklaşmış bulunuyoruz. Bu hafta bu iki eski rakip tekrar çarpışacaklar. Bu senenin şampiyonluk maçlarında yağmurlu bir havaya tesadüf eden Kadıköy'ündeki ilk çarpışmalarında sıfıra karşı üç sayı ile Fenerbahçeliler galip gelmişti. Bu fena güne tesadüf eden bu birinci maçtan sonra meraklılar ikinci bir çarpışmayı sabırsızlıkla bekliyorlardı. Işte maç geldi ve her iki taraf da son gayretiyle müsabakanın başlamasını bekliyor.

Yazarın Notu : Siz bu maçın sonucunu bekleme sabrını gösteremezsiniz. En iyisi ben yazayım. Fenerbahçe 4-0 kazanmış.

İDMANCI HATIRALARI : ZEKİ BEY ANLATIYOR...

Onüç, ondört sene oluyor. Kadıköyündeki Kuşdili Cayırı'na henüz taşınmıştık. Bir akşam, kısa pantolonlu, lisanlarından anlamadığımız bir kaç adamın o garip kıyafetleriyle, yuvarlak büyük bir top peşinde koştuklarını bazen kafaları ile bazen ayakları ile topu birbirlerine attıklarını gördüm. Bilmem ki neden, o günden itibaren topa karşı garip, meraklı bir his duydum. Artık gezmek ve oynamaktan ibaret sade programıma bir de top seyri karışmıştı. Her akşam belirli saatlerde gider, o ecnebileri adeta bir zevk sarhoşluğu ile seyrederdim. Öyle bir gün geldi ki yalnız seyretmek, futbola karşı olan merakımı teskin etmiyordu. Ben de bir top tedarik ettim ve ağabeyim, ben ve küçük kardeşim Arif hep birlikte oynamaya başladık. O zaman Galatasaray'a devam eden ve bize nazaran futbolu daha iyi oynayan ağabeyim Hasan Kamil, tatil günlerinde bizi karşısına alır, topa nasıl vuracağımızı, nasıl tutulacağını öğretirdi. üç, dört ay sonra Kurbağalıdere'ye taşındık. Oranın arsa ve meydanları futbol için daha müsait idi. Esasen bütün meydanlarda, sabahtan akşama kadar,çocuktan büyüğe kadar birçok gruplar, mütamadiyen top oynuyorlardı. Biz de bunların arasına karıştık. iki üç ay sonra, biz de iyi futbol oynayanlar arasında bulunuyorduk. Futbol için öyle derin bir merakım vardı ki, başarı kazanmak hırsı benliğimi sarmıştı. Bu hal iki sene kadar devam etti. Futbolda kazandığımız alaka bizi muhitimizin dışındakilerle boy ölçüşmeye sevk ediyordu. Ve Kurbağalıdere namıyla bir kulüp yaptık. Az zaman zarfında emellerimiz gerçekleşti ve başarılar kazandık. çünkü o zamanlar kulüplerde Hasan Kamil ağabeyim, Arap Fevzi, Mazhar, Kemal gibi maruf (tanınmış) ve iyi oyuncular vardı. İşte bugün "ismi cismi mevcut olmayan" bir kulüple yaptığımız bir müsabaka esnasında, şimdi beraber oynadığımız saş iç muhaccim (hücum oyuncusu) Alaaddin'le tanıştık. Taa o zamandan Alaaddin'i ani ve anlaşılmaz çalımları, hakim oyunları ile çok takdir eder ve severdim. Şimdiki Alaaddin için bir şey demeyeceğim. çünkü Alaaddin, bu zamanın da futbol üstü sporcusu. Herkes görüyor, biliyor, takdir ediyor. Bu sıralarda arkadaşlarımdan Cafer, Haydar Beyler -ki her ikisi de şimdi Altınordu'dadırlar- beni Fenerbahçe klübüne davet ettiler. İşte o günkü oyunda ilk defa olarak sarı lacivertli formayı giydim. ihtimaldir ki Fenerbahçe'ye beni büyük bir samimiyetle yakalayan, minnettar hislerimi okuyan, gurur muvaffakiyetinden topladım. Beni çalıştırmaya memur eyleyen Elkatip Mustafa Bey'in sıkı disiplini ve bilgisi sayesinde çok yardımını gördüm. O zaman dördüncü ve üçüncü takımları teşkil eden çocukların pek az istisnalarla bugün spor aleminin belli başlı futbolcularından olması (Mustafa) Beyin bu husustaki ihtisasının en bariz delilidir.

FENERLİ ZEKİ...

Sırayla dördüncü ve üçüncü takımlarla oynadık; kuvvet ve oyun şekli açısından bize benzeyen Galatasaray timleriyle yapılan müsabakalarımız güzel ve heyecanlı oluyordu. Birgün Anadolu Hisarı'nda galiba İdman Yurdu ile birinci takımın bir müsabakasını seyre gitmiştik. Takımın eksik olması, küçük olmamıza rağmen Alaaddin ile benim maça alınmamıza sebep oldu. O gün her ikimiz de muvaffak olduk. Fakat yine de muntazaman olarak birinci takımın oyuncuları arasına giremiyorduk. Bilahare Nuri, Bekir ve Hikmet Beyler'in istifaları ile hasıl olan boşlukları Alaaddin ile beraber doldurduk. Hiç unutmam, ilk lig maçımızı Anadolu ile yapmıştık. Nuri, Bekir ve Hikmet Beyler'in yokluğunu halk merak ediyordu. Durmadan rivayetler dönüyordu. En nihayet ahalinin meraklı nazarları altında yeni şahsiyetler olarak biz gösterildik. Boylarımızın ve yaşlarımızın küçüklüğünü görerek kabiliyet ve muvaffakiyetimiz ihtimallerinden şüpheye düşen birçok kimselerin dudak büktüğünü hala hatırlarım. O oyundan ezilmemiz için, Mustafa Bey'in teklifi ile ben sol açık, Alaaddin de sağ açık oynamıştı. üç gol yaptım, dudak bükenlerin şüpheleri lehimize döndü. ilk oyunun böyle zaferle neticelenmesi istikbalim hakkında bana güzel emeller veriyordu. Hiçbir zaman hudperest değilimdir ve olmadım. Boyum uzadıkça yavaş yavaş sol açık ve asıl mevkim olan merkez muhaccim (santrafor) olarak oynamaya başladım. Takımımız yine eski mevkiini kazandı, o zaman en kavi rakibimiz bizden aldığı azayla (oyuncularla) kuvvetlenen Altınordu idi. Fakat şurasını kaydedeyim ki maçlar büyük bir samimiyetle cereyan eder ve yensek de yenilsek de yalnız oyunla, maharetle kazanmak arzusu gidişatımıza yön verirdi. Yoksa hiçbir tarafta galebeyi -bu son Galatasaray maçında olduğu gibi- hasmı nakaut ederek kazanmak arzusu yoktu. Futbol hayatımda mütedai defalar muhtelit takıma merkez muhaccim olarak dahil oldum. Bir kere de Avrupa'ya Galatasaray ile beraber gittim.

Kaynak - 2 ve 3...

File name File size ( Kb ) File type Download
fbtarih2.doc 118.78
fbtarih3.doc 36.86