Ekoloji ve Çevre Sorunları...
Genel...
Gazetelerde ve TV ekranlarında çevre ile ilgili haberlere, belgesellere ve açık oturumlara
artık sık sık yer verilmektedir. Her ülkede olduğu gibi bizde de çevre ile ilgili yeni
vakıflar ve dernekler kurulmaktadır. Bugün çevreciliğin belki de en ilginç yönü konunun diğer
önemli sorunlarda olduğu gibi bir sağ sol çekişmesi haline gelmemesi ve zenginin de, fakirin
de çevreyi korumak ve kurtarmak için çaba göstermesidir. Gene de bu kadar kapsamlı bir harekette
bazı çelişkiler ve karmaşıklıklar olmaması mümkün değildir. Örneğin, İdi Amin'in başkanlığı
süresinde Uganda, gerçekten timsahların sayısının azalmadığı tek ülke olmuş, ancak aynı İdi
Amin, hiç hoşlanmadığı filleri ortadan kaldırmak için bölgeye silahlı helikopterler göndermekten
de kaçınmamıştır.
Brigitte Bardot, postundan kürk yapılan hayvanları korumaya çalışırken, çevreye yararlı
yüzlerce böceğin yok olması ekologlar dışındaki çevrelerde yankı yapmaz. Bugün ülkemizde
fokları kurtarmak için ulusal bir komite bile kurulmuş olmasına rağmen, Karadeniz Bölgesi'nde
yok olmaya yüz tutan bir yılanin akibetine pek aldıran yoktur. ABD'nde çevre sorunları hala
çeşitli bakanlıklar arasında paylaştırılmış durumdadır ve bunun doğal bir sonucu olarak çok
kere bir bakanlığın önerdiği çözüm yolunu bir başka bakanlık kabul etmemektedir. Ülkemizde
Çevre Bakanlığı'nın kurulmuş olması, böylesi örnekler göz önünde bulundurulduğunda kuşkusuz
ileri bir adımdır.
Doğanın insan tarafından nasıl tahrip edildiğinin bir belgesi...
Sorunlar ve Çözümler...
Çevreciliğin çok uzun bir tarihi olmasına karşın büyük bir patlama göstererek uluslararası
boyutlara ulaşması, bir halk deyimiyle "yedisinden yetmişine kadar" milyonlarca kişinin
gündemine gelmesi, geçtiğimiz 30 yıla dayanır. Bir türlü önüne geçilemeyen nüfus artışının
eninde sonunda doğal kaynakları tüketeceği, çevre kirliliğinden kaynaklanan sağlık sorunlarının
gün geçtikçe artacağı, her yıl nesli tükenen veya tükenmeye yüz tutan binlerce hayvan ve
bitkinin ekolojik düzeni bozacağı ve atmosfere atılan gazların küresel ısınmaya yol açarak
bütün dünyada bir çok felakete yol açabileceği bu kısa süre içinde dünya gündeminin baş
maddesi haline gelmiştir. Bilim adamları arasında da çevre sorunlarının ciddiyeti ve
yapılması gerekenler hakkında ortak bir anlayış yoktur.
Aralarında, ünlü bilim dergisi "Nature"un editörü John Maddox ve ünlü bilim adamı Dixie Lee
Ray'in de bulunduğu bir grup, çevreye verilen zararın çok abartıldığını, özellikle küresel
ısınma gibi senaryoların felaket tellallığından başka bir şey olmadığını her fırsatta
vurgulamaktadır. Hasarın ne kadar olduğu ve gelecekte neler olabileceği tartışmalarını bir
yana bırakırsak, bizimki dahil hemen hemen her ülkenin önemli çevre sorunları ile karşı karşıya
olduğu gerçeğine herhalde John Maddox'ın da itirazı olmaz. İstanbul'daki hava kirliliği, yakılan
ve kesilen Amazon Ormanları, Aral Gölü'nün bugünkü acıklı durumu ve daha verebileceğimiz yüzlerce
örnek çevre sorunlarının ciddiye alınmasının gerekliliğini gösterir.
O halde tartışılması gereken, bu sorunların abartılmış olup olmadığı değil, nasıl çözüleceğidir.
Çözüm yolları da sanıldığının aksine o kadar kolay gözükmemektedir. Bunun en önemli nedeni
bu sorunların yöresel olmaktan çıkması, çok kere birbirleri ile bağlantılı olarak uluslararası
boyutlara ulaşmasıdır. Örneğin, Doğu Kanada'ya düşen asit yağmurunun kaynağı ABD'nin Ohio
Vadisi ve çevresindeki fabrikalardır. Öte yandan, Doğu Kanada'daki artıklar atmosferdeki
akıntılarla taşınarak ABD'nin kuzeydoğu bölgesine asit yağmuru olarak düşmekte, Orta Avrupa
ve İngiltere'nin hava kirliliği yine asit yağmuru olarak İskandinav ülkelerine yağmaktadır.
Geçmişte Rusya'da patlayan bir reaktörün Türkiye dahil bir çok ülkeyl radyasyon tehlikesiyle
karşı karşıya bıraktığı da daha hatıralarımızdan silinmemiştir.
Peru'dan yıllık göçlerine başlayan bazı kuş türleri, ABD'nde mola verdikleri yerlerin yapılaşması veya tarım ilaçlarıyla
kirlenmesi yüzünden göçlerine devam edememektedirler. Kıyılarımızda görülen artıklardan bir
kısmının komşu ülkelerden geldiğini gazetelerde okuyoruz. Kısacası, çevre sorunlarının çözümünün
bir boyutu diplomasiyle bağlantılı. Çevre sorunlarının diğer önemli bir boyutu ise ekonomiktir.
Sözgelimi bugün, astronotlar için insan idrarını içilecek bir şekilde arıtan bir makina
geliştirilmiştir; bir fabrikanın veya bir otomobilin atmosfere attığı tehlikeli maddeleri
bugünkü teknolojiyle sıfıra yakın bir düzeye indirme gücüne sahibiz. Ancak, İstanbul gibi bir
kentte, milyarlarca dolara mal olacak böyle bir arıtmayı finanse edebilmek çok zor görünüyor.
Elimizdeki kaynaklar sınırlı olduğuna göre, bazı gereksinimlerimizden vazgeçip kaynaklarımızı
o yöne aktarma özverisini göstermemiz gerekiyor.
Batı'da "recycling" denilen tekrar kullanma yöntemi, bu alanda iyi bir alternatif olarak
gösteriliyor ve özellikle alüminyumdan imal edilen konserve, bira kutuları gibi maddeler
ekonomik olarak hammaddeye çevrilebiliyor. Plastik artıklara aynı yöntem uygulandığı zaman
ise harcanacak para normal üretim fiyatının çok daha üstüne çıkıyor. Bizler bu farkı ödemeye
razı mıyız ? Ülkemiz dahil dünyanın dört bir köşesinde nesli tükenmeye yüz tutan hayvan ve
bitki türlerinin korunması da eninde sonunda yine ekonomiye dayanmaktadır. Hangi tür için ne
kadar para harcanacağına veya gücün yalnız bazı türleri korumak için mi, yoksa bütün türleri
kurtarmak için mi harcanacağına nasıl karar vereceğiz ?
Batı'da gittikçe popüler olmaya başlayan ve yakın zamanlara kadar örneği pek görülmemiş olan
bazı düşünce akımları çevre sorunlarının çözümleri için yepyeni önerileri gündeme getiriyor :
Yalnızca insanları değil, bütün canlıları içine alan yeni bir çevre hukukuna veya çevre
ahlakına gerek var mı ? Çevreyi korumak için uzmanlara mı yoksa halkın içgüdüsüne mi kulak
verelim ? Çevre sorunlarının çözümlerini yerel idarecilere mi yoksa devlete mi bırakalım ?
Görüldüğü gibi çevre sorunları yalnızca bilim adamlarını değil, ekonomistleri, politikacıları,
sosyologları ve filozofları da ilgilendiren konulardır. Bunun en önemli göstergesi, son yıllarda
batı ülkelerinde ortaya çıkan "Çevre Mühendisliği", "Çevre Restorasyonu", "Çevre Kimyası",
"Çevre Biyolojisi", "Çevre Jeolojisi", "Çevre Ahlakı", "Çevre Estetiği", "Çevre Hukuku", "Çevre
Sosyolojisi", "Çevre İdaresi" ve "Çevre Felsefesi" gibi akademik disiplinlerdir.
Ekoloji...
Çevre sorunları gündeme geldiği zaman belki de en çok işittiğimiz kelimeler "ekoloji" ve bu
kelimeyle birlikte kullanılan "ekolojik yaşam", "ekolojik denge" ve "ekolojik değerlendirme"
gibi deyimlerdir. Bu yazımızda tanımı ve anlamı yalnızca bizde değil, batı ülkelerinde de bir
çok kargaşaya yol açan bu bilim dalına biraz açıklık getirmek isteriz. Birçok üniversitede
okutulan "Elements of Ecology" adlı kitabında R.L. Smith, ekolojinin "herkesin kullandığı,
gereğinden fazla basitleştirdiği, yanlış kullanılan ve yanlış anlaşılan" bir kelime olduğunu
yazmaktadır. Smith, çevre bilimleri ile aynı olmadığını belirttikten sonra ekolojinin sosyoloji,
jeoloji, politik bilimler ve ekonomi ile birlikte çevre bilimlerinin bir parçası olduğunu ileri
sürmektedir. Diğer bir ekolog Charles Krebs, daha pratik bir yol seçerek ekoloji ile çevre
bilimleri arasındaki ilişkiyi fizik ile mühendislik arasındaki ilişkiye benzetmektedir.
Bu tanımlamanın doğal bir sonucu, fiziksiz bir mühendislik nasıl düşünülemezse, ekolojisiz
çevre bilimlerinin de düşünülemeyeceğidir. Diğer yandan, ekoloji bilimine büyük katkıları olan
Eugene Odum'a göre ekoloji, "fiziki ve biyolojik bilimleri birbirine bağlayan ve doğal
bilimlerle sosyal bilimler arasında köprü kuran" bir bilim dalıdır. Bütün bu tanımlamalarda
altı çizilmesi gereken nokta, ekolojinin bir ilişkiler bilimi olduğu, kökü biyoloji olmakla
beraber bir çok bilim dalını kapsadığıdır. Hangi tanımlamayı kabul edersek edelim, ne yazık
ki ekolojinin önemli bir disiplin olduğu gerçeği, ancak 1960'lı yıllarda çevre hareketlerinin
patlayışıyla kabul edilmeye başlamıştır. Yine Charles Krebs'in belirttiği gibi bir çok kimsenin
iddia ettiğinin aksine ekoloji biliminde çözüm bekleyen çok önemli problemler vardır ve bugüne
kadar olan gelişme ancak bir başlangıç olarak kabul edilebilir, Bütün bu sorunlara rağmen,
ekolojinin kısa zamanda çok büyük ilerlemeler gösterdiği ve birazdan göreceğimiz gibi çevre
sorunlarının çözümünde baş rolü oynayacağı da bir gerçektir.
İlk kez 1866 yılında kullanılan ekoloji kelimesi, Eski Yunanca'da ev idaresi anlamına gelir ve
bilimsel tanımı da "canlıların hem kendi aralarında hem de çevre ile ilişkilerini inceleyen
bilim dalı" şeklindedir. Bu çok kapsamlı tanımı daha anlaşılır bir düzeye getirmek için ekologların
ne gibi problemler üzerinde çalıştıklarına kısaca bir göz atalım. Ekologların çalıştıkları
konular arasında hangi canlının hangi canlıyı yediği, böylelikle ne gibi besin zincirlerinin
oluştuğu ve bu zincirlerden ne gibi besin ağlarının ortaya çıktığı, canlıların hem diğer türler
ile ve hemcinsleri ile nasıl rekabet ettikleri, çeşitli çevre faktörlerinin (örneğin iklim
değişikliği) bu türlerin sayılarında ve yayılmalarında ne gibi değişikliklere yol açtığı
sayılabilir. Ekologlar bu soruların yanıtlarını çeşitli yöntemler kullanarak bulmaya çalışırlar.
Bunların başında doğada gözlem yapmak gelir.
Evi, bir kutuptan diğer kutuba kadar koskoca Pasifik Okyanus'unu kaplayan bir mavi balinanın veya yılın
365 gününü çölde kazdığ yuvasında geçiren ve yalnızca bir günlüğüne - o da iki buçuk saat kadar kısa bir
süre için - yeryüzüne çıkıp karnını doyuran ve çiftleşen kadife kenesinin (iki buçuk saatin bir bölümünü
de çiftleşmeden önce kur yaparak geçirir) ekolojik ilişkilerini incelemenin ne kadar güç olduğunu artık
okuyucularımızın takdirine bırakıyoruz. Şimdiye kadar tanımlanan türlerin sayısının iki milyonun
üzerinde olduğunu ve deniz kenarında alınacak bir litre suda bile pek çoğu ancak mikroskop
altında görülebilen yüzden fazla canlı türü bulunabileceğini düşünürseniz ekosistemlerin
anlaşılmasının zorluğu kolaylıkla ortaya çıkar.
Ekologların başvurduğu diğer bir yöntem de laboratuvar deneyleridir. Örneğin, aynı denizde
yaşayan iki cins balığın birbirleri ile nasıl rekabet ettiğini anlamak için bu balıklar ufak
bir akvaryumda yetiştirilip gözlem altına alınır. Son yıllarda gittikçe popüler olan başka bir
yöntem de doğada deney yapmaktır. Örneğin, otlak bir arazide belirli bir alanın etrafı çevrilir
ve oradaki hayvan türlerinden bir tanesi alanın dışına çıkarılır. Burada incelenen konu diğer
türlerin bu olaydan nasıl etkileneceğidir. Son olarak da, özellikle kökeni matematik ve fiziğe
dayanan ekologların baş vurduğu bir yöntem modellemedir. Burada yapılan, doğada elde edilen
bilgileri bilgisayara aktararak doğanın bir modelini çıkartmaktır. Bir başka deyişle modelleme,
çeşitli denklemler kullanarak doğanın bilgisayarda taklit edilmesidir.
Düzen Bozulmaya Görsün...
Ekolojinin çevre sorunlarının çözümlerine ne gibi ve ne kadar katkıları olabileceğini iki
ilginç örnekle açıklayabiliriz. 1946 yılında Bermuda Adası'na yanlışlıkla getirilen bir böcek,
5 yıl kadar kısa bir zaman içinde sedir ağaçlarının % 85 gibi önemli bir miktarını yok eder.
Bu felaketi durdurmak isteyen yetkililer, ağaçları yok eden böceği yiyen, fakat ağaçlara zarar
vermeyen, bizdeki tekeböceğine benzer bir böceği ve hymenoptera adlı bir paraziti
bölgeye sokarlar. Fakat daha önceleri karıncaları yemesi için ithal edilen bir kertenkele de
aynı bölgede yaşamaktadır. Kertenkeleler, yeni gelenleri daha lezzetli bulduklarından karınca
yerine onları yemeğe başlarlar ve sayıları gittikçe artar. Bu durumun farkına varan hükümet
yetkilileri, bu kez kertenkelelerden kurtulmak için, onları yediği bilinen 200 çift "kiskadee"
adlı bir kuş türünü ithal ederler.
Fakat "kiskadee"ler de aynı kertenkeleler gibi plana uymayıp, türü sadece Bermuda'da bulunan
"vireo" kuşunun yavrularını yemeyi tercih ederler. Sonuç olarak, "kiskadee"lerin sayısı 100,000'in
üzerine çıkar, "vireo" kuşu önemli ölçüde azalır ve ortadan kaldırılması düşünülen böcekler
ağaçları yemeğe devam ederlerken kertenkeleler ise yine bildiklerini okurlar. İkinci örnek,
ABD'nin California Eyaleti'nde Clear Lake (şeffaf göl)'de yaşayan zararsiz bir böceği ortadan
kaldırmak için suya sıkılan DDD (DDT'den daha az zararlı olan blr pestisit) ile ilgili. 1949
ve 1952 yılları arasında yapılan ilaçlamalar sonucu DDD'nin sudaki oranı milyonda 0.02 olarak
ölçülüyor ve uzmanlara göre bu rakam çevreye zarar verecek nitelikte değil. Fakat gıdalarını
sudan alan planktonlarda DDD oranı milyonda 5.3'e, planktonlarla beslenen ufak balıklarda
milyonda 10'a, bu ufak balıkları yiyen büyük balıklarda milyonda 1,500'e ve bizdeki elmabaş
kuşuna benzeyen "grebe" kuşlarında milyonda 1,600'e ulaşır.
Sonuç olarak yüksek konsantrasyondan zehirlenen "grebe" kuşları yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar.
Verdiğimiz birinci örnekte uygulanan yönteme ekoloji dilinde "biyolojik kontrol" denir. Hemen
belirtelim ki zehirli ilaçlamaya bir alternatif olan biyolojik kontrol çok ümit vadeden bir
yöntemdir ve birçok yerde başarıyla uygulanmaktadır. Fakat akılsızca kullanıldığı takdirde
aynen Bermuda'da olduğu gibi olumsuz sonuçlar verir. İkinci örnekte, bize kalırsa akılsızlık,
hiç kimseye zarar vermeyen bir böceği sırf göl daha "güzel" görünsün diye ortadan kaldırmakla
başlıyor. Ve o yıllarda suda az miktarda bulunan bir pestisitin besin zincirinin üst halkalarına
çıktıkça yoğunlaşacağı bilinmiyordu. Burada yine önemle belirtilmesi gereken bir nokta var :
Suya veya toprağa atılan her pestisitin her yerde böyle artışlar göstermediği birçok ölçümle
kanıtlanmıştır.
Bir canlının belirli bir toksik maddeye nasıl reaksiyon göstereceğini incelemek toksikologların
görevidir. Bir maddenin ekosistemde ne gibi değişikliklere yol açacağını inceleyen yeni bilim
dalına "Ekotoksikoloji" denir. Yalnızca toksik maddelerin değil doğada yapılması düşünülen
bütün değişikliklerin (örneğin, yeni yapılacak bir baraj) ne gibi sonuçlar vereceğini inceleyen
ve ekotoksikolojiyi de içine alan bilim dalına "tatbiki ekoloji" denir. Görüleceği gibi, tatbiki
ekolojinin başarılı olabilmesi için doğal mekanizmanın nasıl işlediğini bilmek gerekir ve böyle
bilgiler de ancak araştırma yapmakla elde edilir. Ne yazık ki, gerek incelenen sistemin çok
kapsamlı ve karmaşık olması, gerek bu sistemin anahtarlarını sunabilecek eleman sayısının çok
az sayıda olması nedeniyle ekosistemler hakkında bilmemiz gereken daha çok şey var.
Tatbiki ekolojinin bugünkü statüsünün ne düzeyde olduğunu anlamak için ekoloji biliminde ilk
sıralarda yer alan İngiltere'ye bakmak yeterlidir. İngiliz Ekoloji Cemiyeti tarafından
1988-1989 yılları arasında verilen Çevre Değerlendirme Raporlarını incelemek üzere
görevlendirilen I.F. Spellberg ve A. Minshull adlı iki ekoloğun 1990 yılında verdikleri
raporu şöyle özetleyebiliriz : İncelenen 45 raporun çoğunda ekoloji ile biyoloji arasındaki
fark gözetilmemiş; birçok raporda bahsedilen ekolojik çalışma, aslında yalnız biyolojik
çalışma olarak kalmış ve raporların % 84'ünde gözlemlerin neden yapıldığı belirtilmemiştir.
Kısacası bu raporların çoğu, oradaki bitki ve hayvan türlerinin tanımı ve sayılarının haritasını
çıkarmakla yetinmiştir. Burada Spellberg ve Minshull'un belirtmek istediği, bu raporların yanlış
bilgi verdikleri değil, yalnızca yetersiz olduklarıdır.
Son yıllarda ABD, İngiltere ve Avusturalya gibi ülkelerde gittikçe popüler olmaya başlayan
doğal alanların göreli (izafi) değerlendirilme yöntemleridir. Örneğin D.R. Helliwell'in
geliştirdiği ve kendi adıyla bilinen değerlendirme yöntemi bunlar arasında sayılabilir.
Koruluklar için uygulanan bu değerlendirmede, koruluğun bulunduğu alanın büyüklüğü, koruluğun
toplam alanın yüzde kaçını kapladığı, ağaç çeşitleri ve büyüklüğü gibi 7 faktör, 1'den 4'e
kadar puan verilerek değerlendiriliyor. (Örneğin, koruluğun büyüklüğü 0.1 ila 0.5 hektar
arasında ise 1 puan, 10 ila 40 hektar arasında ise 4 puan veriliyor ve diğer ölçümlerle
orantılı olarak değerlendiriliyor). Korulukta yaban çiçeklerinin olup olmaması, koruluğun
hoşa gitmeyecek manzaraları kapatması gibi bazı özel faktörler de yine puan verilerek
değerlendiriliyor. Toplam puan sayısı o alanın bir "Amenity Index"i (bir çeşit uyumluluk
indeksi) oluyor.
Diğer bir değerlendirme yöntemi de "River Conservation Scoro"dur (nehir koruma skoru). Burada
nehire atılan artıklar, balık türleri, ne kadar balık tutulduğu, nehir kenarındaki bitki
türleri gibi etkenler çeşitli puanlar verilerek değerlendirilir. Aynı güzellik yarışmalarında
olduğu gibi bu çeşit puanlamalarda da yüzde yüz mutabakat sağlamak veya tümüyle objektif olmak
imkansızdır. Fakat, duygusal önyargıları, ekonomik ve politik çıkar1arı göz önüne alarak yapılan
eski değerlendirmeler ile karşılaştırıldığında bu yeni yöntemlerin gerçeği çok daha fazla
aksettirdiği inkar edilemez.
Her insanın bulunduğu topluma katkısı aynı olmadığı gibi, her bitki ve hayvanın da ait olduğu
ekosistemde değeri aynı değildir. Örneğin, deniz kenarında ekonomik değeri olmayan yıldızbalığı
ile midye arasında bir tercih yapmak gerekirse yıldızbalığını seçmek çok daha akıllıca bir
hareket olur, çünkü o çeşit bir ekosistemde midye dahil daha bir çok kabuklu hayvanları
belirli ölçüde yiyerek onların kıyasıya bir rekabete girmelerini engelleyen ve böylelikle
biyolojik zenginliği sağlayan yıldızbalığıdır. Her alanı koruma altına alamayacağımıza ve
elimizdeki para sınırlı olduğuna göre, istesek de istemesek de bazı tercihler yapmak zorundayız.
İşte ekologlar kilit durumundaki türleri belirleyerek harcanacak güç ve paranın hangi
kanallara aktarılacağı konusunda yardımcı olabilirler.
Ekologların çok faydalı olabilecekleri diğer bir konu da bir türden o türün geleceğini
tehlikeye sokmaksızın ne kadar hasat alınabileceğini hesaplamaktır. Özellikle balıkçılıkta
kullanılan bazı yöntemler oldukça başarılı olmuş ve birçok balık türleri yok olmaktan
kurtarılmıştır. Diğer bir konu da gün geçtikçe ağırlığını hissettiren ve büyük gelişmeler
beklenen yepyeni bir bilim-teknoloji dalı olan genetik mühendisliğidir. Fakat genetik yapıları
değiştirilen bitki veya mikroorganizmaların doğaya salındıkları zaman oradaki canlıları nasıl
etkileyeceği, ne kadar faydalı veya zararlı olabileceğini araştırmak yine ekologların
görevidir.
Sonuç...
Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi ekologların elinde her türlü çevre sorununu çözecek sihirli
bir değnek olmadığı gibi, ekolojinin kendi içinde çözülmesi gereken her bilimsel sorunun
kapısını açacak altın bir anahtar olarak algılanması da yanlıştır. Fakat verilen örneklerden
görülebileceği gibi ekoloji, çevre sorunlarına yardımcı olacak belki de en önemli bilim dalıdır.
Bu gerçeği ne kadar erken anlarsak gelecekte ödeyeceğimiz faturanın fiyatı da o kadar az olur.
Son olarak, biz ekoloji öğretmenlerinin sık sık karşılaştığı "ben bir ekolog olabilir miyim ?"
sorusuna yanıt vermek isteriz. Mümkün olduğu kadar mesleki şövenizme kaçmadan, ekolojinin çok
güzel, ilginç ve önü açık bir bilim dalı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak doğa sevgisi ile
doğa merakını birbiriyle karıştırmamak gerekir. Yalnızca ekoloji değil, herhangi bir bilim
dalının eğitimini almak isteyen bir genç için gerekli olan iki şey merak ve yetenektir. Nasıl
bir patoloji doktorunun otopsi yaptığı kadavraları sevmesi gerekmezse, ekologların da üzerinde
çalıştığı bitkileri veya hayvanları sevmesi gerekmez. Öte yandan, merak ve yeteneğinin yanı
sıra doğayı da seven bir ekolog, gerçekten çok şanslı bir insandır.
Kaynak : TÜBİTAK, Bilim ve Teknik, Sayı 326