Nükleer Santralların Atık Çeşitleri...
Not : Bu sayfada yer alan tüm resimler, Dünya'da çevre kirliliğine en fazla önem veren ülkelerden birisi olan ve
Dünya'nın en medeni ülkesi olarak tanımlanan İsveç'teki nükleer santralların resimleridir...
Nükleer Güç Santrallerinin Genel Tanıtımı...
Nükleer Güç Santralları ile Termik Santraller birbirleri ile benzer özellikler taşırlar. Her iki santral tipinde de elde
edilen buharın ısıl enerjisi türbinde mekanik enerjiye ve mekanik enerji de dejeneratörlerde elektrik enerjisine
dönüştürülerek elektrik üretilir. Bu santraller arasındaki temel fark buharın elde ediliş yöntemidir. Bütün nükleer
reaktör tiplerinde bölünmeden açığa çıkan enerji buhar üretiminde kullanır ve bu buhar üretimi doğrudan reaktörün korunda
ya da buhar üreteçlerinde yapılır. Bu nedenle nükleer reaktörlerdeki bölünme reaksiyonu termik santrallarda fosil yakıt
yakmakla aynı işleve sahiptir. İlk olarak nükleer güç santrallerini tanıtmadan önce bölünme (fisyon) reaksiyonu mekanizmasını
anlatmakta yarar vardır.
Nükleer reaksiyonda açığa çıkan enerji, temelde U235 izotopunun ya da herhangi bir bölünmeye yatkın (fisil) izotopun
(Pu239, U233) nötronla etkileşmesinden ötürü parçalanması olayı sonucunda açığa çıkan fazlalık bağlanma enerjisidir.
Nötronla etkileşen U235 çekirdeği kararsız hale geçerek, kendisinden daha hafif iki çekirdeğe ayrılır ve bu esnada da
ortalama olarak iki nötron açığa çıkarır. Bu reaksiyon sonucu açığa çıkan bölünme enerjisi yaklaşık 200 MeV'dir. Bu enerji
buhar üretimi için soğutucuya aktarılır ve açığa çıkan nötronlardan biri bölünmeye yatkın başka bir izotopu parçalayarak
zincirleme reaksiyonuna sebep olur. Diğer nötron ise reaktör içindeki diğer malzemeler tarafından yutulur ya da sistemden
kaçar. Nükleer reaktörler bu zincirleme bölünme reaksiyonunun kontrollü olarak yapıldığı sistemlerdir. Bölünme reaksiyonunun
önemini anlamak için 1 kg U235 izotopunun yanması sonucu açığa çıkan enerjinin yaklaşık 1.3 milyon kg kömürünkine
eşdeğer olduğunu belirtmek yeterli olacaktır.
Bölünme reaksiyonu sonucu açığa çıkan nötronların etkili bir şekilde kullanılabilmesi için bölünmeye yatkın izotoplarla
etkileşme olasılıklarını arttırmak gerekir. Bu nedenle bölünme reaksiyonlarından açığa çıkan hızlı nötronlar moderatör adı
verilen yavaşlatıcı malzemeler yardımı ile yavaşlatılarak bölünmeye yatkın malzemelerle etkileşim olasılıkları arttırılır.
Diğer bir malzeme de yansıtıcı (reflector) dır. Bu malzeme korun etrafına yerleştirilerek nötronların sistemden dışarı
kaçma olasılıklarını azaltmak için kullanılır. Moderatör malzemesi aynı zamanda yansıtıcılık işlevini de görebilir.
İlk kontrollü bölünme reaksiyonu 1942 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde inşa edilen CPI Reaktöründe gerçekleştirilmiştir.
Bu reaktörde yakıt malzemesi olarak doğal uranyum ve moderator olarak grafit kullanılmıştır. İlk nükleer reaktörde olduğu
gibi nükleer reaktör tasarımcılarının reaktör yakıtı için seçimleri doğal uranyum (%0.71 U235, %99.27 U238) ya da %3, %4
oranında zenginleştirilmiş uranyumdur. Eğer yakıt doğal uranyum seçilirse moderator olarak grafit ya da ağır su kullanılmalıdır.
Günümüzde, elektrik üretimi için kullanılan santralların büyük bir bölümü Basınçlı Su Reaktörü (PWR), Kaynar Su Reaktörü
(BWR), ve Basınçlı Ağır Su Reaktörüdür (PHWR). Bunlardan ilk ikisi, hafif su soğutmalı termal reaktör sınıfına girer,
moderator ve reflektör malzemesi olarak da hafif su kullanılır. Üçüncü reaktör tipi ise dünyada ilk olarak Kanada'da
elektrik üretimi için kurulan ve soğutucu olarak ağır su kullanan Basınçlı Ağır Su Reaktörüdür.
Marviken nükleer santralı...
Basınçlı Su Reaktörü (PWR)...
Basınçlı su reaktörleri ticari olarak elektrik üretimi için ABD'de kullanılan ilk reaktör tipidir. Bu tür reaktörlerde
korda üretilen enerji birincil devre soğutucu vasıtasıyla kordan çekilir. İkincil devrede buhar üreteçlerinden alınan buhar
türbinlerinde genişletilerek jeneratörde elektrik üretilir. Birincil devre basıncı, soğutucu suyun kaynamasını engellemek
için, 15-16 MPa civarındadır. Soğutucunun kora giriş sıcaklığı 290-300 oC, çıkış sıcaklığı ise 320-330 oC
civarındadır. Reaktör korundan çıkan soğutucu türbinlerde kullanılan buharın üretimi için buhar üreteçlerine gönderilir.
Reaktörlerin birincil soğutucu devreleri iki, üç ya da dört tane benzer döngüden oluşur. Her bir döngüde bir buhar üretici,
bir reaktör soğutucu pompası ve bağlantı boruları bulunur. Ayrıca reaktör basıncını kontrol edebilmek için bir basınçlayıcı
bu döngülerden biri üzerinde bulunur.
Yakıt içinde fisyondan açığa çıkan nötronlar soğutucuda yavaşlatılarak zincirleme fisyon reaksiyonunu sağlarlar. Aynı anda
açığa çıkan kinetik enerjinin büyük bir kısmı yakıt içinde ısıl enerjiye dönüşür ve bu enerji ısı iletimi ile soğutucuya
aktarılır, bir kısmı ise hızlı nötronlar tarafından moderasyon anında moderator vazifesi de gören soğutucuya aktarılmıştır.
Reaktör koru dayanıklı bir çelikten yapılmış silindirik bir basınç kabı içerisinde yerleştirilmiştir. Basınç kabı bu tip
reaktörlerin ömrünü kısıtlayan en önemli bileşendir. Hemen hemen bütün reaktör tiplerinde reaktör basınç kabı ve soğutucu
sistemleri koruma kabı adı verilen çelik bir kabuğun içindedir. Bu çelik kabuk betondan yapılmış ikinci bir koruyucu yapının
içerisinde yer alır. Bu sistem dış etkilerden reaktör sistemini korumak ya da reaktörden bir kazadan dolayı açığa çıkabilecek
radyasyonun çevreye sızmasını önlemek için tasarlanmıştır.
"Swedish" BWR...
Kaynar Su Reaktörü (BWR)...
Kaynar su reaktörü dünyada basınçlı su reaktöründen sonra en yaygın olarak kullanılan reaktör tipidir. Kaynar su
reaktörleri (BWR) birçok yönden PWR reaktörüne benzemekle birlikte, temel fark reaktör koru içinde kaynama olayına izin
verilmesidir. BWR tipi reaktörlerin diğer hafif sulu reaktörlere göre üstünlüğü reaktör koru içinde doğrudan elde edilen
buharın türbinlere gönderilmesidir. Bu nedenden dolayı BWR reaktörleri doğrudan çevrim ile çalışır. Basıncın PWR tipi
reaktörlere göre daha düşük olması nedeniyle (7 MPa) basınç kabı et kalınlığı daha düşüktür.
Basınçlı Ağır Su Reaktörü (PHWR)...
Basınçlı Ağır Su Reaktörleri, Basınçlı Su Reaktörleri ile benzer özellikler taşırlar. Ağır su reaktörü olarak
adlandırılmalarının nedeni moderator ve soğutucu için ağır su (D20) kullanmalarıdır. Bu tür reaktörlerin en yaygın olarak
kullanıldığı ülke Kanada'dır. Kanadalılar son 40 yılda CANDU (CANada Deuterium Uranium) adını verdikleri Kanada reaktörünü
tasarlayıp geliştirerek Basınçlı Ağır Su Reaktörü teknolojisinde lider olmuştur. CANDU reaktörlerinde yakıt olarak doğal
uranyum kullanıldığı için zenginleştirme tesislerine ihtiyaç yoktur. Düşük basınçta moderator, ağır su (D20) ve yatay
silindir şeklinde bir reaktör kabı vardır. Reaktör kabının içinde yatay şekilde geçen 380 adet yakıt kanalı bulunur. Yakıt
kanalları doğal uranyum yakıt ve ağır su soğutucusundan oluşur. Yakıt kanalındaki yakıt elemanları basınç tüpü içindedir.
Barseback nükleer santralı...
Nükleer Enerji ile Elektrik Üretimi...
Günümüzde gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin en önemli gereksinimi enerjidir. Her ne kadar tam bir ölçüt olmasa da
ülkelerin gelişmişlik düzeyleri, üretip tükettikleri enerji ile ölçülür. Bazı ülkeler ürettikleri enerjiyi çok verimli bir
şekilde kullanırlarken, bazıları bu konuda o denli başarılı olamazlar. Bazı ülkeler de kendileri kullanmadıkları halde çok
miktarda enerji hammaddesi üretirler. Enerji üretim ve tüketiminin çok farklı yöntemleri olsa da, tüm ülkelerin ucuz, bol
ve temiz enerji kaynaklarına gereksinimleri vardır.
Endüstrileşme ile baş gösteren buhar gücü gereksinimi dolayısıyla, kömür
kullanımı büyük bir hızla artmıştır. Daha sonraları elektrik enerjisinin
kullanılmaya başlanması ve içten yanmalı motorların kullanım alanının
genişlemesi ile elektrik üretiminde kömür ve petrol, çok büyük bir hızla
artmıştır. Sonunda endüstri ve çağdaş yaşam için en önemli hammadde, fosil
yakıtlar olmuştur.
Fosil yakıtların kullanımı, çözümü çok zor sorunları da beraberinde
getirmiştir. Bu sorunların ilki, tükenen hammadde kaynaklarıdır. Fosil yakıtlar
milyonlarca yılda oluşmuş, doğanın bizlere, daha doğrusu bizden sonraki
nesillere bir armağanıdır ve sentetik olarak yapılanmaları son derece zordur.
Çok sayıdaki petrokimya ürünleri spektrumunu inceleyerek petrol ve bazen de
kömürün ne denli vazgeçilemez birer doğa harikası olduklarını rahatlıkla
algılayabiliriz. Kömür petrol kadar bir kimyasal değere sahip değildir.
Kalitesiz kömürlerin yakılmasının neden olacağı sorunlar ortadadır.
Deniz kenarında kurulu bir nükleer santralı...
Fosil yakıtların içerdiği maddelerin büyük bir yüzdesini karbon ve hidrojen
oluşturur. İçlerinde az da olsa kükürt, yanmayan maddeler ve radyoaktif
maddeler de bulunur. Petrol, kömüre kıyasla daha az kirliliğe yol açar. Fosil
yakıtlar yakıldığında ortaya doğal olarak CO2 ve SO2 gazlarının yanı sıra,
radyoaktif maddeler ve kül çıkar. Ortaya çıkan CO2 gazı sera etkisine, SO2 gazı
ise asit yağmurlarına neden olur. Sera etkisinin neden olduğu atmosfer
sıcaklığı artışı yıllardır gözlenmektedir. Asit yağmurları bitki örtüsüne ve
canlılara zarar verir. İngiltere'de yakılan kömür yüzünden Finlandiya'nın
göllerindeki balıklar asit yağmuru nedeni ile ölmektedirler. Radyoaktif
maddeler, linyit yatakları ikincil uranyum madenleri olarak kabul edilir.
Geçtiğimiz günlerde Yatağan'da baş gösteren radyasyon alarmının nedenlerini
kömürün içerdiği radyoaktif maddelerde aramak gerekir. Yakılan kömürün
beş veya onda birlik kısmı, kullanım alanları çok sınırlı olan ve çevreyi
kirleten kül olarak atılır. Bu küller, Elbistan linyitlerinde olduğu gibi çok
uçucu olabilirler. Yanma sıcaklığına bağlı olarak kullanılan havanın içinde
bulunan azot gazının yanması ile oluşan NOx gazı, atmosferde ozon ile
etkileşime girip ozon miktarını azaltır. İçten yanmalı motorlar ve doğal gaz
santralleri, ozon tabakasının delinmesine istemeden katkıda bulunmaktadırlar.
Kömür dışındaki fosil yakıtların, stratejik önemleri de vardır. Son petrol
ambargolarının dünya ekonomisine yaptığı etki ve doğal gaz boru hattının
geçtiği ülkelerin politik şantajları, bilinen birer gerçektirler.
Kontrol odası...
Nükleer Yakıttan Elektrik...
Nükleer enerjinin hammaddesi olan uranyumun hiç bir endüstriyel kullanım
alanı yoktur. Uranyum doğada bol miktarda bulunmaktadır. Son maden aramaları
sonucu Avustralya ve Kanada'da büyük uranyum yatakları olduğu çıkmıştır.
Uranyumun fiyatı bu nedenler dolayısıyla zaman içinde sürekli azalmıştır.
İkinci bir nükleer hammadde ise toryumdur ve Türkiye, dünyanın en zengin
toryum yataklarına sahiptir. Nükleer hammaddenin stoklanabilir olması, onun
petrol gibi ekonomik silah olarak kullanılmasını imkansız kılar. UO2'den
(uranyum pası) yapılan 1 cm çap ve yüksekliğindeki seramik yakıt lokmaları, üst üste
3,5-4 m uzunluğundaki ince bir metal zarf içine
yerleştirilirler. Elde edilen yakıt çubukları, hafif veya ağır su içeren
dik veya yatık basınç tankları içine yerleştirilir. Belirli geometrik düzende
ve belirli miktarda bir araya gelen yakıt nötronların yardımı ile fisyon
sonucu enerji üretmeye başlar.
Ortaya çıkan bu çekirdek enerjisi yakıt çubuklarını ısıtır. Yakıt çubuklarının su
veya ağır su ile soğutulması ile yüksek basınç ve sıcaklıkta buhar elde edilir.
Buharın bir türbinde genişletilmesi ile tıpkı diğer fosil yakıtlı santrallerde
olduğu gibi, ısı enerjisi mekanik enerjiye,türbinin çevirdiği jeneratör ile de
mekanik enerji elektrik enerjisine dönüştürülür. Nükleer enerjinin kullanılmaya
başlamasından bugüne dek geçen yaklaşık elli yıl içinde bir çok nükleer reaktör
tipi tasarlanmış, imal edilmiş ve çalıştırılmıştır; ancak günümüzde ticari olan
nükleer santral tipleri çok az sayıdadır. Hafif su teknolojisi adını verdiğimiz
ve bildiğimiz normal su ile soğutulan reaktörleri kapsayan teknoloji, ve ağır su
teknolojisi adını verdiğimiz hidrojenin bir izotopu olan deteryumdan yapılan ağır su ile
soğutulan reaktörleri kapsayan teknoloji, günümüzde ticari olarak kullanıma
sunulmaktadır. Yüksek sıcaklıkta çalışan gaz soğutmalı reaktörler ve sıvı metal soğutmalı
hızlı üretken reaktörler ise, gelecekte kullanıma girmeye adaydırlar.
Türbin odası...
Temiz ve Ucuz Elektrik...
Nükleer santraller, normal çalışma düzenlerinde çevreyi kirletecek hiç bir
etki yaratmazlar. Fosil yakıtlı santrallerin aksine, çevreye zararlı olan
CO2, SO2 ve NOx gazlarını salmazlar ve kül bırakmazlar. Fosil yakıtlı santral
yerine bir nükleer santral yapılması durumunda, fosil yakıtlı santralin
çevreye atacağı zararlı maddelerin söz konusu olmaması nedeni ile nükleer
santrallerin çevreyi temizlediği de söylenebilir. 1000 MWe gücündeki bir
hafif su soğutmalı nükleer reaktörden yılda yaklaşık 27 ton (7 m3)
kullanılmış yakıt çıkar. Bu miktar, aynı kapasitedeki bir kömür santralinin
atık miktarına göre ağırlık olarak 25-300 bin kere, hacim olarak da 70-80
milyon kere daha azdır. Hemen belirtelim ki nükleer santrallerin gündelik
atıkları fosil-yakıtlı santrallerin atıklarına kıyasla yok denecek kadar
azdır ve normal çalışmaları sırasında çevreye yaydıkları radyasyon,
nükleer santral civarında yaşayan bir kişinin doğal kaynaklardan almakta
olduğu radyasyonun 100 ile 200'de biri kadardır. Nükleer enerjinin
elektrik üretiminde kullanılmaya başlamasından bu yana ticari nükleer
reaktörlerin işlemesi sonucu ortaya çıkan atıklar, şimdilik santrallerde
saklanmakta ve ileri bir tarihte gömülmeyi beklemektedir. Nükleer atıkların
tehlikesi, kurşun, civa veya arsenik gibi zehirli atıklara kıyasla daha azdır.
Nükleer atıkların radyoaktivitesi, zamanla durduğu yerde azalırken, zehirli
atıklar çevreye atıldıkları ilk günkü gibi kalırlar.
Normal işletme sırasında çevreyi hemen hiç kirletmeyen nükleer santrallerin
en korkulan yönü, bir kaza sonrasında çevreyi temizlenemez şekilde kirletme
olasılıklarıdır. Nükleer teknolojinin elli yıla yakın kullanım süresi
içinde iki önemli reaktör kazası olmuştur. Bu iki kaza birbirinin çok benzeri
olmasına rağmen sonuçları ve çevreye etkileri birbirinden son derece
farklıdır. Güvenlik felsefesi önemsenen ülkelerin tasarımlarından biri olan
Three Miles Island reaktöründe, tahmin edilen en büyük kaza gerçekleşmiş;
fakat reaktör çalışanları dahil hiç kimse, öngörülen miktarlardan fazla
radyoaktiviteye maruz kalmamıştır. Çok pahalı bir deney olarak kabul
edilebilecek bu kaza sonunda nükleer reaktör güvenliği sınavdan geçmiş
ve başarılı olmuştur. Diğer taraftan nükleer güvenlik felsefesine önem
vermeyen, iyi tasarlanmamış bir nükleer reaktörün iyi işletilmemesinin
sonuçlarının ne denli acı olduğunun kanıtı da Çernobil kazasıdır. Bu kaza,
nükleer teknolojiden kaçan ülkelerin bile, istemedikleri halde nükleer
kazaların zararlarına katlanmak zorunda olduklarının da bir göstergesidir.
Nükleer reaktörlerin maliyetinin yüksek olması, bazı ülkelerin nükleer
enerjiden uzak kalmalarının başka bir nedenidir.
Bir güç santralinden elde edilen elektriğin maliyeti, temel olarak o
santralin inşaatı ve elektrik üretir hale gelmesi için, yapılması gereken
yatırım maliyetini, ömrü boyunca santralin verimli çalışmasını sağlamaya
yönelik işletme ve bakım giderlerini ve elektriğin üretiminde kullanılan
yakıtın temini için gerekli yakıt maliyetini içerir. Bir santralın ekonomik
olması için üretilen elektriğin satılması sonucu elde edilen gelirin, en
azından maliyetini karşılaması ve ayrıca diğer elektrik üretimi
seçeneklerine göre daha ucuz olması gerekir.
Oskarshamn nükleer santralı...
Elektrik maliyetine etki eden harcamalar değişik zaman dilimlerinde
yapılmakta; oysa elektrik üretimi santralin ömrü boyunca gerçekleşmektedir.
Enflasyonun olmadığı sabit bir para birimi ile, bir santralin tüm ömrü
boyunca yapılan harcamaların bugünkü değerinin o santralde üretilen
elektriğin bugünkü değerine oranı, bize ortalama bir elektrik maliyeti
verecektir. Elektrik üreticisi, ürettiği elektriğin fiyatını bu ortalama
maliyete eşit olarak seçerse, yaptığı tüm harcamaları, paranın bugünkü
değeri göz önüne alınarak karşılayabilecektir. Bu maliyet, yaklaşık olarak
aynı koşullarda çalışan sistemlerin karşılaştırılmasını da olası kılar.
Nükleer santraller genel olarak ilk yatırım maliyetleri yüksek, yakıt ve
işletme giderleri düşük santrallerdir. Yatırım maliyetleri ise, elektrik
maliyetinin yarısından fazlasına denk gelmektedir. Bir santral inşaatının
başlangıcı ile devreye girmesi arasında tipik olarak altı ila sekiz yıl civarında
bir süre geçmesi gerekmektedir. Nükleer santrallerden elde edilen elektriğin maliyetinin
azaltılmasında en önemli iki etmen, inşaat süresinin gerekli standartlara uyularak azaltılması
ve ilk yatırım maliyetinin düşürülmesidir.
Yakıt giderleri reaktör tipine göre değişmektedir. Bazı reaktörler
zenginleştirilmiş yakıt kullanmakta; bazıları ise doğal uranyuma dayalı
yakıtlar kullanmaktadır. Zenginleştirme, yakıt maliyetini artırır. Ayrıca
kullanılmış yakıtların ne şekilde depolanacağı ve bunun tahmin edilen
maliyeti de, yakıt maliyetini etkileyecektir. Fakat genel olarak yakıt
giderlerinin toplam maliyet içerisindeki payı az olduğu için, bu etki o
kadar büyük değildir. Yakıt giderlerinin toplam maliyet içerisindeki payının
düşük olması nedeniyle gelecekte uranyum fiyatlarında veya zenginleştirme
fiyatlarında olabilecek değişiklerden üretilen elektriğin maliyeti pek
etkilenmeyecektir. Yani bir nükleer santral bir kez kurulduktan sonra
ürettiği elektriğin maliyeti yaklaşık olarak sabit kalabilir. Toplam yakıt
gideri ise reaktörde üretilen toplam enerji ile orantılı olacaktır.
İşletme ve bakım giderleri doğal olarak reaktörden reaktöre değişmektedir,
ayrıca reaktörün işletildiği ülkenin koşulları da etkili olmaktadır.
Elektriğin maliyeti, toplam harcamaların bugünkü değerinin üretilen enerjinin
bugünkü değerine oranıdır. Bir nükleer santralde işletme ve yakıt giderleri
düşük olduğu için, o santral ne kadar çok çalışırsa üretilen enerjinin
maliyeti de o kadar düşecektir. Bir santralın yük faktörü, belirli bir
zamanda ürettiği enerjinin aynı zaman diliminde, tam kapasitede çalışarak
üreteceği enerjiye oranıdır. Dolayısıyla nükleer santraller, büyük yük
faktörleri ile çalıştıklarında daha ucuz elektrik üreteceklerdir.
Santralin ekonomik ömrü tamamlandıktan sonra sökülmesi için gerekli
yatırım, genel olarak ilk yatırım maliyetlerinin içerisinde pay ayrılarak
göz önüne alınır. Sökülme için gerekli maliyetin toplam elektrik maliyeti
içersindeki payı %1 civarındadır. 1000 MWe gücünde bir nükleer santralın
ekonomik ömrünün sonunda sökülmesi için yaklaşık 100 milyon dolar
civarında bir kaynak gerekmektedir. Bu kaynak,miktar olarak çok büyük
olmasına karşın, bir nükleer santralin bir yılda ürettiği elektriği
satarak elde edeceği gelirden daha azdır.
Şu ana kadar söz ettiğimiz maliyetler, belirli bir reaktör tipi ve çalışma
koşulları göz önüne alındığında doğrudan tahmin edilebilen maliyetlerdir.
Aslında bunlara ek olarak, gerek maliyetin niteliği gerekse de veri
yokluğundan dolayı tahmin edilmesi oldukça zor olan maliyet bileşenleri
vardır. Büyük bir kazanın maliyeti bunlara bir örnektir. Gerçekleşme
olasılığı her yüz bin reaktör yılı işleyişte bir olan kazanın etkilerinin
getirdiği maliyet, 200 milyar dolar civarında ise , reaktör başına bu maliyet
yılda 2 milyon dolar civarındadır. Yani düşük olasılığa sahip böyle bir
kazanın getirdiği bir yıllık mali risk, elektrik maliyetinin %1'i kadar
olmaktadır. Three Mile Island kazasının yol açtığı dış etkilerin maliyetinin
26 milyon dolar, Çernobil kazasının toplam maliyetinin ise 14 milyar dolar
dolayında olduğu tahmin edilmektedir.
Atık yakıtın taşınması...
Nükleer Atıklar...
Hiçbir yakıt enerji üretmek üzere yakıldığında yok olmaz; ancak "atık"
adını verdiğimiz başka formlara dönüşür. Bu kömür için de böyledir; uranyum
için de. 1000 MWe gücündeki bir hafif-su soğutmalı nükleer reaktörden çıkan
kullanılmış olarak %95.5 uranyumdioksit, %3.5 fisyon ürünleri (atom ağırlıkları
farklı izotoplar), %0.9 plütonyum ve %0.1 uranyum-ötesi elementler (neptünyum,amerikyum,küriyum)
içerir. Yani orijinal yakıtın yalnızca %4.5'i eksilmiştir; bu eksilen kısmın
yerini reaktörde çeşitli nükleer reaksiyonlar sonucu oluşan fisyon ürünleri,
plütonyum ve uranyum ötesi elementler almıştır. Kullanılmış nükleer yakıtları
işleyerek (reprocessing) uranyum ve plütonyumu geri kazanmak olasıdır.
Bu durumda geriye fisyon ürünleri ve uranyum-ötesi elementlerden oluşan
bir karışım kalır; işte bu karışıma, Yüksek Aktiviteli Nükleer Atık adı
verilir. Eğer kullanılmış nükleer yakıtların yeniden işlenmesi yolu benimsenmezse
- bu ispatlanmış bir teknoloji olmasına rağmen oldukça külfetli ve ekonomik
açıdan tartışmalı bir işlemdir - o zaman kullanılmış yakıtın kendisi Yüksek
Aktiviteli Nükleer Atık (içerdiği yüksek radyoaktivite nedeniyle) olarak
nitelendirilir.
Yüksek Aktiviteli Nükleer Atıkların, insan ve çevreye zarar vermeyecek
şekilde tasfiyesi önemli bir konudur. Bilimsel çevreler, nükleer atık tasfiyesini
yeni bir teknoloji gerektiren teknik bir problem olarak görmedikleri halde,
kamuoyu, nükleer atıkları diğer endüstriyel atıklara kıyasla yaşamı ve
çevreyi daha fazla tehdit eden bir unsur olarak algılanmaktadır. Bu durum
nükleer teknolojiye sahip gelişmiş ülkelerde, yüksek aktiviteli nükleer
atıkların tasfiyesi konusunda alınması gereken politik kararları geciktirmiş
ve sorunun "çözülmemiş bir problem" olarak da algılanmasına neden
olmuştur. Örneğin Amerika' da kömür yakmaktan kaynaklanan hava kirliliğinin
her yıl 10,000 ölüme yol açtığı ve bu durumun nispeten "çözülmüş bir
sorun" olarak görüldüğü düşünülürse, nükleer atıkların tasfiyesini
"çözülmemiş bir problem" olarak ele almak da pek doğru değildir.
Yüksek Aktiviteli Nükleer Atıkların yeryüzünün 500 ile 1,200 m altında
özel olarak seçilmiş jeolojik oluşumlarda inşa edilecek büyük bir maden
işletmesini andıran depolara (repository) gömülmesi planlanmakta ve bu
konudaki çalışmalar sürmektedir. Yer seçiminde jeolojik ve çevresel faktörler
(yeraltı suyu hareketleri, kaya yapısı, erozyon, sel, deprem ve volkanik
hareketler, doğal kaynaklar, nüfus yoğunluğu, vb.) dikkate alınır. Yeraltına
gömülü nükleer atıkların biyosfere ulaşmasını sağlayabilecek tek mekanizma,
yeraltı suyu hareketleri olduğundan, jeolojik oluşumun yeraltı suyundan
özellikle uzak olması istenir. Jeolojik ortam olarak granit, bazalt, tuz
ve tüf yeterli özelliklere sahip bulunmuştur. Kullanılmış nükleer yakıtlar
son derece radyoaktif olmalarının yanı sıra, soğutmayı gerektirecek ölçüde
ısı da üretirler ve bu nedenle de reaktörden alındıktan sonra havuzlarda
su ile soğutularak muhafaza edilirler. Tasfiye öncesi kullanılmış yakıtlar,
önce paslanmaz çelik (veya titanyum) silindirlere konur, sonra bu silindirler
metal muhafazalara konur ve yeraltındaki tünellerde (veya odalarda) açılmış
deliklere yerleştirilirler. Deliklerin üstüne bir tıkaç konur ve dolgu
malzemesi (muhtemelen kil) ile kapatılır. Yeraltı deposu dolunca tüneller
de doldurulur ve depo kapatılır; böylece de ek bir koruma sağlanmış olur.
Kullanılmış yakıtlar, içerdikleri uranyum ve plütonyumu geri kazanmak
üzere işleme tabi tutulurlarsa, fisyon ürünleri ve uranyum ötesi elementlerden
oluşan bir sulu atık çözeltisi elde edilir. Bu çözelti kuruyana kadar buharlaştırıldıktan
sonra yüksek sıcaklıkta cam eriyiği ile karıştırılıp metal silindirler
içine boşaltılır ve soğuduğunda katılaşıp camsı bir yapı (camlaştırılmış
atık) oluşturur. Cam, suda kolay çözünmeyen, uygun mekanik özelliklere
sahip, binlerce yıl kararlı olarak kalabilen, nispeten ucuz ve işlenmesi
kolay bir malzeme olduğu için günümüzde nükleer atık formu olarak tercih
edilmektedir. Camlaştırılmış nükleer atık ile dolu silindirler, bir metal
muhafaza içine konup yeraltı deposundaki deliklere yerleştirilirler. Yukarıdaki
plan yeni bir teknoloji gerektirmemektedir ve bu planın uygulanmasında
teknik ve ekonomik zorluklardan çok, politik kararlar ve bu kararların
hayata geçirilmesinde karşılaşılan güçlükler etkili olmaktadır.
Nükleer atıkların derin jeolojik oluşumlara gömülmesi konusunda en
sık sorulan sorulardan bir tanesi şudur: "Acaba radyoaktivite bir
yolunu bulur da tekrar yeryüzüne döner mi? " Bunun tek yolu, yeraltı
suyunun deposuna ulaşmasıdır. Jeolojik oluşumu seçerken en fazla dikkat
edilen noktanın, yeraltı suyuna olan uzaklık olduğunu hatırlatalım; en
azından bin yıl boyunca bu oluşumlara yeraltı suyunun ulaşmayacağından
emin olabiliriz. Yine de diyelim ki yeraltı suyu jeolojik oluşuma ulaştı;
önce yeraltı deposunu çevreleyen jeolojik ortamı ve sonra muhafazalar etrafındaki
dolgu malzemesini (dolgu malzemesi kil olduğundan,ıslandığında şişerek
suyun geçişini iyice zorlaştırır) geçmesi gerekir. Daha sonra metal muhafazayı
ve metal silindiri aşmalı ve suda zor çözünür olması dikkate alınarak seçilmiş
camı çözmelidir. Böylece nükleer atıklar suyuna bulaşırlar. Nükleer atıkla
kirlenmiş yeraltı suyu da aynı yollardan tekrar geçerek (bu sırada jeolojik
ortamın ve dolgu malzemesinin bir filtre rolü oynayacağı da unutulmamalıdır)
biyosfere ulaşmalıdır. Son olarak yeraltı suyunun son derece yavaş (ortalama
30 cm/gün) hareket ettiği ve yerin 1 km altından yeryüzüne çıkabilmek için
kaya tabakaları arasında yaklaşık 80-100 km yol kat ettiğini (günde 30 cm'den
30 km gitmek 730 yıl alır) belirtelim. Tüm bunlara rağmen, atıklar, tehlikeli
seviyede radyoaktivite içerdikleri süre içinde yeryüzüne ulaşmanın bir
yolunu bulabilir mi? Belki de bulabilirler. Ancak diğer enerji üretim sistemlerinin
atıkların yarattığı riskler göz önüne alındığında, burada söz konusu olan
risk, yüzlerce kere, örneğin kömür yakmakla karşılaştırıldığında yaklaşık
1400 kez daha azdır.
Kor eritme simülasyonu...
Nükleer Reaktörlerde Güvenlik Sistemleri...
Nükleer santrallerdeki güvenlik sistemleri santralin cinsine göre değişmekle
beraber bazı ortak özellikler taşımaktadır. Bunlar su şekilde sıralanabilir :
Güç, soğutucu akısı ve radyasyon ölçüm sistemleri yedeklidir : Örneğin iki
pompanın yeterli olduğu bir sistemde, uçuncu bir yedek pompa bulundurulur
böylece pompalardan birisinde bir arıza meydana gelirse bu uçuncu pompa
otomatik olarak devreye girerek güvenliği sağlar. Bu sırada bozulan pompa
onarılır.
Çok aşamalı fisyon tutucu sistem : Yakıtta fisyon sonucu oluşan ürünlerin
dışarıya çıkmasına engel teşkil eden pek çok engel vardır. Örneğin bir
basınçlı hafif su reaktörünü ele alırsak: Seramik yakıt yapısı bir engel
oluşturur; yakıtı saran zirkaloy zarf ikinci bir engeldir;bu yapıdan dışarıya,
fisyon sonucu oluşan radyoaktif maddeler çıkamaz;bu zarfın etrafında hem
nötronları yavaşlatır hem de yakıtı soğutan su geçer ve uçuncu bir engel
oluşturur. Butun bunların içinde bulunduğu çelik basınç kabı dördüncü
engeldir. Butun bunların dışında da biyolojik kalkan vazifesi gören kalın
beton katman vardır böylece dışarıya radyasyon çıkmaması garanti altına
alınır. Butun reaktör sistemlerini içine alan içi çelik dışı beş metre
kalınlığında betondan yapılmış güvenlik kabı vardır. Three Mile Island ve
Çernobil kazalarının sonuçları arasındaki büyük fark bu yapıdan
kaynaklanmaktadır.
Reaktörün istendiği zaman yada acil bir durumda otomatik olarak kapanmasını
sağlayan sistemler : Örneğin CANDU (Kanada döteryum uranyum reaktörü) iki
kapatma sistemi içerir; bunlardan birisi nötron yutucu kontrol
çubuklarının reaktör içine sokulması ile çalışır; ikinci sistem ise
basınçlı kaplardan reaktör içine sokulması ile çalışır; ikinci sistem ise
basınçlı kaplardan reaktör içersine gadolinyum nitrat enjekte edilmesi ile
reaktörün zehirlenmesini sağlar. Bu iki sistem birbirinden bağımsız olarak
ayni anda devreye girer.
Birbirinden bağımsız olarak çalışıp aynı isi yapan sistemler : Örneğin
reaktör gücü birkaç değişik sistemle ölçülür bunlar şunlardır soğutucunun
giriş ve çıkış sıcaklıkları ölçülerek güç hesaplanır nötron akısı ölçülerek
güç belirlenir. Bu sistemlerin çalışma prensipleri tamamiyle birbirinden
farklıdır böylece birisinde bir hata olduğu takdirde diğerine güvenilebilir.
Acil durum kor soğutma sistemi : Reaktörün kapatılmasını gerektiren acil bir
durumda otomatik olarak devreye girer ve reaktörün soğutulması sağlar.
Reaktörün güvenliğini sağlayan sistemlerin mümkün olduğu kadar yapısal
olmasına gayret edilir; örneğin reaktörü kapatan kontrol çubukları tavana
elektromıknatıslarla bağlıdır bunlara giden enerji kesildiğinde yerçekiminin
etkisiyle çubuklar doğal olarak düşer ve reaktörü kapatır. Butun bu sistemlere
ek olarak her reaktör tipinin kendine özgü güvenlik sistemleri de vardır.
Chernobyl reaktör kazası...
Plütonyum Ne kadar Tehlikelidir ?...
İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan iki süper güç, nükleer
silahlar sayesinde, nerede ise yarım yüzyıla yakın bir süre boyunca dünya
barışını ve kendi çıkarlarını korudular. Sovyetler Birliğinin ekonomik ve
sonra da politik olarak çökmesi, nükleer silahlar ile sağlanan ve hiç de
sağlam olmayan Dünya barışını, umulmadık bir şekilde olumsuz yönde etkilemeye
başladı.
Son zamanlarda radyoaktif madde kaçakçılığı ilgili haberler, basında artan bir
sıklıkla yer almaya başladı. Önceleri, ne olduğu ve ne için kullanıldığı bir
türlü saptanamayan, kırmızı civa pazarlandığı haberleri yer aldı. Bu
malzemenin, nükleer teknolojide yeri olmamasına karşın, nükleer silah yapımında
kullanıldığı öne sürülerek astronomik fiyatlarla satıldığı belirlendi.
Ardından, metal uranyum çubuklarının pazarlandığı haberleri basında yer aldı.
Kırmızı civa olayında olduğu gibi, asılsız iddialar ortaya atılarak; bu
malzemeler için de astronomik fiyatların talep edildiği öğrenildi. Son olarak
da, yasadışı bir plütonyum piyasasının varlığı haberleri, hemen herkesi
rahatsız etmeye başladı. Önce miligramlar mertebesinde, daha sonra da 300 g
kadar plütonyum, Almanya'da ele geçirildi. Gazetelerde yer alan haberlere
göre kaçakçılar, 4 kg kadar plütonyumu pazarlamayı planlıyorlardı. Alman ve
Avrupa basını,Ruslar' ın tüm itirazlarına karşın, nükleer araştırma
merkezlerinin sonuçlarına dayanarak bu plütonyumun kaynağını, Rusya olarak
belirlendiler. Bunun üzerine Ruslar, nükleer silah depolarında ve nükleer madde
kasalarında herhangi bir eksiklik olmadığını ısrarla belirtmekle beraber,
kaçakçılık olayının soruşturulmasında işbirliğine yanaştırılır.
Kısaca hatırlattığımız bu radyoaktif madde kaçakçılığı haberlerinden sonra
akla gelen ilk soru,sözü edilen bu radyoaktif maddelerin gerçekten ne denli
tehlikeli olduklarıdır. İkinci önemli soru ise, bu maddelerin ne kadarının,
kimlerin elinde, toplu katliamlara yönelik nükleer silahlara
dönüştürülebileceğidir.
Nükleer Silahlar...
Nükleer silahları askeri açıdan çok çekici kılan, bu silahların birim
ağırlıkları başına, patlaması ırasında ortaya çıkarttıkları enerjidir. Bir
bombanın patlaması sonucunda ortaya çıkan enerji, çok kısa bir süre içinde,
yakın çevresindeki ortamı ısıtarak bir şok dalgası yaratır. Bu şok dalgası,
çevreye, dolayısıyla da hedefe zarar verir. Bir bombanın tahrip gücü, patlama
sonucu çevreye eşit derecede zarar verecek kimyasal bir patlayıcı olan
trinitro-tolüen' in (TNT) ağırlığı cinsinden verilir. Kimyasal patlayıcıların
çevreye zarar ile nükleer bir patlayıcının vereceği zarar arasında binler
veya milyon mertebesinde bir fark vardır. Örneğin, Amerikan Minuteman-III
Kıtalar Arası Balistik Füzesi içinde bulunan, her biri 170 kt gücünde,
ağırlığı yaklaşık 400 kg' dan az olan W62 nükleer başlıkları,patlama sonucu
170,000 ton TNT' e eşdeğer bir enerji açığa çıkarırlar. Diğer yandan, dünyadaki
en güçlü nükleer bombalar, Çinlilerin CSS-4 sistemleri olup; güçleri 5-10 Mt
(5-10 Milyon ton TNT' ye eşdeğer) dolayında, ağırlıkları ise 5 tondan azdır.
Nükleer silahları, güç-ağırlık oranları çekici yapmaktadır. Askeri dilde taşıma
platformları olarak anılan, uçak veya füze teknolojisine sahip uluslar için
nükleer patlayıcılar, çok uzaklardaki hedefleri vurabilme olanağı vermeleri
açısından büyük önem taşımaktadırlar.
Nükleer silahların caydırıcı rolünün bir göstergesi,yarım yüzyıla yakın bir
süredir bozulmayan Dünya barışıdır. Nükleer silahlara sahip bir ülke, benzer
bir saldırının kendisine de yapılacağı kabusu ile yaşamak zorundadır. Bu
nedenle nükleer silah sistemleri, "sac ayağı" olarak tanımlanan, bir üçlü
sistemden oluşur. İlk sistem, düşmanın Kıtalar Arası Balistik Füze (KABF)
silolarını hedef alan KABF sistemidir. Bu sistem, planlanmış bir saldırıda
ya da saldırı karşısında savunma amacı ile kullanılabilmektedir. ABD ve eski
SSCB, karşılıklı olarak ilk saldırıda bulunmama garantisi vermiş ve KABF
sistemleri salt kendilerine yapılacak bir saldırı karşısında kullanma
kararını benimsemişlerdir. Bir nükleer savaşın ilk yirmi dakikasında,
KABF' lerin çoğunluğunun imha edilmesi ve bunların çevreye çok büyük
zararlar vermesi olasılığına karşılık,daha çok intikam alma amacına
yönelik olan Denizaltından Atılan Balistik Füzeler (DABF) sistemi
geliştirilmiştir. Bu füzelerde, KABF başlıklarına oranla daha güçlü olan
çok sayıda nükleer patlayıcı vardır ve füze siloları yerine kentleri hedef
alırlar. Kısacası nükleer güçler,karşı tarafın sivil halkını rehin
almaktadırlar. Üçüncü sistem ise, KABF ve DABF sistemlerinin arasında
devreye girebilen, insan kumandası ile çalışan ve gerektiğinde geri
çağrılabilir nükleer silahlar taşıyabilen bombardıman uçaklarıdır.
Agesta nükleer santralı...
Nükleer Bomba Nedir ?...
Nükleer bombaların çalışma ilkesi,iki ayrı tür çekirdek tepkimesine dayanır.
Ağır çekirdeklerin parçalanması, yani fisyon olayı ile enerji üreten nükleer
bombalara, yanlış bir terim olmasına karşın, Atom Bombası denilmektedir.
Diğer bir bomba tipi ise, açığa çıkardığı enerjinin çoğunluğu hafif
çekirdeklerin kaynaşmasına; yani füzyon tepkimesine dayanan, termonükleer
bomba ya da Hidrojen Bombasıdır. Henüz geliştirilme aşamasındaki çok yeni
tasarımlar dışında, termonükleer bombaların ateşlenmesinde fisyon tepkimesinden
yararlanılır. Diğer bir deyişle hidrojen bombasının tetik mekanizması bir atom
bombasıdır. Dolayısıyla nükleer silahların yapılabilirliğini incelemede, atom
bombası yapımı için gerekli malzeme ve teknolojinin neler olduğunun
belirlenmesi yeterlidir. Fisil, yani bölünebilir madde adını verdiğimiz
uranyum izotoplarından U-233 ve U-235 ile insan yapısı olan plütonyum izotopu
Pu-239, nükleer silahların ham maddeleridir. Uygun miktar ve geometride bir
araya getirilen bu malzemelerde fisyon tepkimesi, bir nötron kaynağı yardımı
ile başlatılır. Kaynaktan çıkan bir nötron, fisil madde ile fisyon tepkimesine
girerek, fisil maddenin çekirdeğinin parçalanmasına yol açar. Bu tepkime sonunda,
yüksek kinetik enerjiye sahip (fisil maddenin çekirdeğine göre) iki hafif
çekirdekten başka, iki veya üç tane de nötron ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu
nötronlardan bazıları, sistemdeki diğer fisil çekirdeklerle fisyon tepkimesine
girmeksizin sistemi terk ederler. Sistemden kaçan nötronların fisyon tepkimesine
girenlere oranı, sistemin fiziksel büyüklüğü ile ters orantılıdır. Fisyon
tepkimesinden çıkan nötronlardan bir kısmı ise, fisil maddede veya sistemdeki
diğer maddelerde fisyon yapmayacak tepkimelerle yutulurlar. Sızma ve yutulma
kayıplarından arta kalan nötronlar yeniden fisyon tepkimesi yaratırlar. Eğer
sistemde yeterli fisil madde varsa ve seçilen geometri uygunsa, art arda
gelişen (zincirleme) fisyon tepkimeleri sonucu, sistemdeki nötron sayısı
zamanla artar. Hızla oluşan bu zincir tepkimeler sonucu, çok büyük bir ısı
açığa çıkar. Sıcaklığı artan sistem genleşme eğilimi gösterir ve sistemden
sızan nötronların oranı artar; bunun sonucu olarak da zincirleme tepkimeler
sona ere. Dolayısı ile, nükleer bomba tasarımında en önemli konu, malzeme ve
geometri seçiminin, zincirleme tepkimeyi mümkün olduğunca uzun süre devam
ettirecek şekilde yapılmasıdır.
Nükleer sistemler tasarlanırken, nötron sızıntısının en aza indirilebilmesi
amacıyla genelde küresel geometri yeğlenir. Küre, bütün geometrik cisimler
içinde,hacim başına en az yüzeye sahip olanıdır. Tümüyle fisil maddeden
oluşan bir kürenin çapı büyüdükçe,sızan nötronların oranı azalmaktadır.
Kullanılan fisil malzemeye bağlı olarak değişen, belli çaptaki bir kürede her
bir fisyon olayından doğan nötronlardan en az biri, yeni bir fisyon tepkimesine
yol açarak, zincirleme tepkimelerin oluşmasını sağlar. Böyle bir sisteme
kritik kütle adı verilir. Kürenin çapı,kritik çaptan büyük ise, her bir
fisyon olayı, birden fazla fisyon tepkimesine yol açar. Bu durumda zincirleme
tepkimeler artarak devam eder. Bu tip sistemlere kritik-üstü adı verilir.
Kürenin çapı kritik değerinin altındaysa, zincirleme tepkimeler oluşmaz ve
böyle sistemler kritik-altı sistemler adı ile anılır.
Nükleer bir bombanın yapımı sırasında kritik kütle oluşturacak kadar fisil
maddeyi bir küre halinde bir araya getirmeye çalışmak, patlamaya yol açar. Bu
nedenle, nükleer silahların içine konan fisil madde, normal koşullardaki
yoğunluğunda zincirleme tepkimeye izin vermeyecek kadar küçük bir metal
küre halindedir. Bu metal küre, bombanın patlaması için, kimyasal patlayıcılar
yardımı ile sıkıştırılarak, çok daha yoğun; ancak daha küçük bir küre haline
getirilir. Kürenin yoğunluğunun artması ile nötron sızıntısı azalır ve çok
hızlı gelişen zincirleme tepkimeler,nükleer patlamaya neden olur.
Bir nükleer bombanın yapımı için, yalnızca fisil malzemeye sahip olmak
yeterli değildir. Fisil maddeden yapılmış kürenin sıkıştırılabilmesi için,
kimyasal patlayıcıları senkronize olarak ateşleyecek düzeneklerin yapımı,
bu alanda ileri bir teknolojiye sahip olmayı gerektirmektedir.
Reaktör...
Fisil Madde...
Nükleer bombalarda kullanılabilecek fisil maddelerden günümüzde en çok
tercih edileni, plütonyumdur. Nükleer silahlara sahip olan bütün ülkelerin
bombaları plütonyumdan yapılmıştır. Plütonyumun (daha doğru kullanımı ile
Pu239'un) fisyon başına ürettiği nötron sayısı, diğer fisil maddelere oranla
daha fazladır. Bu da, daha az malzeme ile kritik kütle elde edilebilmesine
olanak verir. Pu239, yarı ömrü 24 000 yıl olan kararsız bir çekirdek olması
nedeni ile, doğada bulunmaz. Doğal uranyumun %99.3'ünü oluşturan ve fisil
olmayan bir izotop olan U238' in nükleer reaktörlerde nötronlarla
ışınlaması ile elde edilir. Pu239 üretebilmek için bir nükleer reaktör
ve bir kimyasal ayrıştırma tesisi gerekirken; U235, ancak çok pahalı olan
izotop zenginleştirme yöntemlerinin kullanılması ile elde edilebilir.
Nükleer bomba hammaddesi olarak kullanılabilen diğer fisil madde U233,
doğada bulunmadığından, yine Pu239' a benzer yöntemlerle üretilebilmektedir.
U233 üretimi için, toryumun doğada bulunan tek izotopu olan Th232, bir nükleer
reaktörde nötronlarla ışınlanır. Daha sonra kimyasal ayrıştırma gerektiren
bu işlem, ortaya çıkan yan ürünlerin daha fazla radyoaktif olmasından dolayı
Pu239 üretiminden daha zordur. Bu nedenle pek kullanım alanı bulamayan bu
izotop, nükleer silah sahibi devletler için cazip bir alternatif değildir.
Fisil uranyum izotopları,yalnızca nükleer silah teknolojisine gizlice
girme amacı taşıyan az gelişmiş ülkelerin ilgi duyabileceği maddeler
olabilir.
Reaktör havuzu...
Plütonyum...
Glenn Seaborg tarafından 1940 yılında keşfedilen 94 atom numaralı bu
element, yapay olarak üretilmektedir. Doğada eser miktarlarda bulunan ve
saptanması bile çok güç olan Plütonyum, kimyasal olarak aktenitler sınıfına
dahildir. Uranyumun 238 ağırlıklı kararsız U239 çekirdeği, art arda iki beta
ışıması yaparak Pu239' a dönüşür. Bir nükleer reaktörde bulunan U238
çekirdeklerinin tümünün, nötron yutar yutmaz reaktörden çıkartılmasına
olanak yoktur. Bunun sonucu oluşan plütonyum uzun bir süre nötron
bombardımanı altında kalır. Pu239, nötronlarla fisyon tepkimesine girebildiği
gibi; nötron yutup gama ışıması yaparak daha ağır bir izotop olan Pu240' ı
oluşturur. Pu240 fisil bir izotop olmadığından, reaktörde uzun süre bekleyen
Plütonyumun nükleer silah yapımı açısından kalite düşer. Pu240 da nötron
yutarak, nükleer silah yapımı için Pu239 kadar elverişli olmayan daha ağır
plütonyum izotoplarının (Pu241 ve Pu242) açığa çıkmasına neden olur. Elektrik
üretiminde kullanılan nükleer santrallerde, yakıtlar uzun süre reaktörde
kaldığı için, bu santrallerden elde edilecek plütonyum, nükleer silah yapımına
uygun değildir. Askeri amaçlı plütonyum (Pu239 bakımından zengin), özel
olarak tasarlanmış reaktörlerde, U238'in ışınlanması ile üretilir.
Ele geçirilen Plütonyumun analizi, izotop üretim reaktörlerinin yapısı ve
kimyasal süreçlere ilişkin verilerle birleştirildiğinde, Plütonyumun
kaynağı ile ilgili çıkarımlar yapılabilir. Nükleer silah üretiminde,
genellikle %90'nun üzerinde Pu239 içeren plütonyum kullanılır. Bu zenginlikte
plütonyumdan yapılacak en ilkel bomba için en az 10 kg plütonyuma
gereksinim vardır. Daha gelişmiş bir tasarım ile bu miktar, 4kg'a kadar
indirilebilir. Bir nükleer bomba yapımı için gerekli fisil malzeme miktarını
azaltmak, ancak teknolojideki deneyim ve ilerleme ile olasıdır. Başka bir
deyişle, nükleer bomba yapmak için plütonyum elde eden tarafın, çok geniş
tarafın, çok geniş teknolojik olanakların yanı sıra deneyime de sahip olması
gerekmektedir. Terör örgütlerinin, ele geçirecekleri bir kaç kilo plütonyum
ile nükleer bir silah yapmaları son derece zor olacaktır. Yine de kaçak
olarak elde edilebilecek plütonyum, nükleer silahlar konusunda uzun süre
çalışma yapmış, gelişmekte olan ülkeler için cazip olabilir.
Basında son zamanlarda yer alan Almanya'da ele geçirilmiş birkaç miligram
veya 300 g plütonyumun, askeri bir değeri yoktur. Bu miktarlarda plütonyum
ile nükleer silah yapmaya olanak yoktur. 4 kg dolayındaki miktarlar ise,
çok düşündürücü olabilir. Gerekli teknolojiye sahip ülkeler için bu
miktarlar, nükleer silah yapmaya yeterli olabilecektir. Ne var ki nükleer
silah konusunda düzenli bir program yürütme şansı olmayan terör örgütleri
için, çok daha büyük miktarlar gerekmektedir.
Chernobyl reaktör kazası...
Plütonyum Zehirleyici mi ?...
Ne yazık ki sansasyon yaratma amacı güden bazı basın kurumlarının gerçekle
bağdaşmayan telkinleri ve konunun uzmanı olmayan kişileri kaynak göstererek
verdikleri bilgiler doğrultusunda, kamuoyunda plütonyumun nükleer silah
yapımının yanı sıra zehir olarak da kullanılabileceği yolunda genel bir kanı
oluştu. Gerçekten de zehirli bileşikler oluşturabilen bu elementin, zehirlilik
boyutunu incelemekte yarar vardır. Plütonyumun zehirleyici özelliği, insan vücuduna hangi yolla ve hangi kimyasal
bileşik halinde girdiğinde bağlıdır. Dünya atmosferinde halen,nükleer
patlamalar sonucunda buharlaşarak, kullanılmayarak açığa çıkan beş ton kadar
plütonyum bulunduğu tahmin edilmektedir.
Nükleer silahlar geliştikçe, içlerine konan Plütonyumun daha büyük bir
çoğunluğunun fisyon tepkimesinde kullanılmasına karşın, geçmişteki nükleer
denemeler de göz önüne alınırsa, ortalama olarak nükleer bombalardaki
Plütonyumun yaklaşık %20'sinin kullanıldığını söylemek olasıdır. Dünya atmosferinde böylesine çok miktarda bulunan
tahmin edilen plütonyumdan, bugüne kadar hiçbir insanin zehirlendiği bildirilmemiştir. Yinelenmek
gerekirse plütonyum zehirleyici özelliği, insan vücuduna hangi yolla,
hangi kimyasal bileşik halinde girdiğine bağlıdır. Madeni haldeki Plütonyumun
zehirleyici özelliği çok düşük olduğundan, birkaç kg plütonyum, terör
örgütlerinin amaçladıkları toplu ölümleri sağlamaya yeterli olmamaktadır.
Solunum dışı yollarla vücuda giren plütonyum, çok daha zehirli olabilir.
Öte yandan piyasa da çok daha ucuza, çok daha etkili zehirli kimyasal
bileşikler elde etmenin olası olduğunu vurgulamak gerekir.
Hiç bir terör örgütü, zehir olarak kullanma amacı ile plütonyum elde etmeye
çalışmayacaktır. Terör örgütlerinin ilgisini çeken, akut ölümlere yol açan,
çabuk etki gösteren silahlardır. Bu tür kimyasal bileşikleri elde etmek veya
küçük atölyelerde birkaç kişiden oluşan gruplarla üretmek, plütonyumdan
zehir üretmeye oranla çok daha ucuz ve kolaydır.
Kaynak : TÜBİTAK, Bilim ve Teknik, Sayı 319