ANLAMSIZ DÜŞÜNCELER
Aşina Kitaplar , Birinci Basım, 2006, Ankara.
http://www.asinakitaplar.com/yayinlar.htm
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
* KİMLİK Mİ YOKSA ZİHNİYET Mİ?
* KÜLTÜR ile ZİHNİYET
* FELSEFESİZ ESTETİK SANATSIZ TOPLUM!
* FİLOZOFSUZ DÜŞÜNCE EVRENİ!
-----------------------------------
* LAİK AHLAK
* ULUSAL BURJUVAZİ VE LÂİK AHLÂK
* BİLİM, AHLAK, SANAT
-----------------------------------
* İLKEL TOPLUMLARDA BAŞ ÖRTME NEDENLERİ
* GELENEKSEL TOPLUMLAR VE ÖZGÜRLÜK* DEMOKRASİYİ İSLAMLAŞTIRMA ARZUSU!
* TARİHÇİLİK ANLAYIŞINDA YENİLİK VE DEĞİŞİKLİK ZORUNLULUĞU ÜZERİNE
* DOĞRU SORULAR SORMAK
-----------------------------------
* OCCİDENTALİSME !
* GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE AVRUPALILAR
* İKİ AMERİKA : GERÇEK VE SANAL
* NEO-LİBERALİZM SOSYAL DEMOKRATTIR!
* MODERN DÜNYAYA ÖZGÜ BİR DÜŞÜNCE SİMÜLAKRI!
* EVRENSELLEŞME 'KÜRESELLEŞME' VE CEHALETİN ÜRKÜTÜCÜ YÜKSELİŞİ
* RUHSAL ÇÖKÜNTÜ VE MADDİ DEĞERLERİN EGEMENLİĞİ
Önsöz :
“…Türklerin Avrupai mânâda ilgilendikleri, meşgul oldukları tek bir şey dahi yoktur. Türk günlük ihtiyacı dışındaki şeylerle pek alâkalanmaz, böyle konular üzerinde düşünmek bile istemez. İslâm’ın, bir insanın bütün bildiğini veya bilmesi gerekeni verdiğini düşündüğünden merak ihtiyacını dinle doyurur… İyimser bir Avrupalı ise Türkleri dünya nimetlerinden tam manasıyla yararlanmasını bilen zevk ve sefa içinde vakit geçiren, kendini sanat edebiyat, ticaret ve sanayi gibi meşguliyetlerle yormayan bir “Senyor”a benzetebilir. Tabii, bu işleri kendileri için yapan diğer insanlar dururken Türkler neden böyle işlerle uğraşsınlar…”Charles Eliot Avrupa’daki Türkiye, s.113, 117
“Avrupa medeniyeti ile yakın temasta olan Türkler, bir raddeye kadar hayranlık duydukları bu hayattan kalben nefret etmektedirler. Buna rağmen, bilhassa üst tabakalarda Avrupa medeniyetinin tesiri çok açık bir şekilde görülmektedir. Ve iyi tahsil görmüş kültürlü bir Türkün arkadaşlığından daha cazip bir şey tasavvur edilemez. Yalnız unutmamak lâzım ki, Türkler ırk olarak Avrupaileşmemişlerdir, ve korkarım hiçbir zaman da bu gerçekleşmeyecektir…”
Mrs. Max Müller İstanbul’dan Mektuplar, s.25 (*)
Günümüz ve hiç kuşkusuz geleceğin dünyasında da toplumların yaşam standartlarını ve kalitesini artırmada en önemli görev bilimsel araştırma ve araştırmacılara düşmektedir/düşecektir. Bilimsel araştırma alanında güçlü ve yaratıcı olan toplumlar hak ettikleri yaşam standartları ve kalitesine sahip olacaklardır.
Yaratıcı bir bilim insanı genellikle çok üst düzeyde soyutlama kapasitesi ve yeteneğine sahip olan bir kişidir. Çok üst düzeyde soyutlama kapasitesine sahip olabilmek çok üst düzeyde bir soyutlama kapasitesine sahip bir çevre ya da ortamla mümkündür. Çevrenizde ne kadar üst düzeyde yazarlar, sanat insanları, düşünürler, avukatlar, entelektüel insanlar, çeşitli alanlarda çalışan bilim insanları varsa sizin düzeyinizin de o ölçüde yükselme şansı var demektir. Çevrenizin kalitesi –istisnalar hariç- genellikle sizin de kalitenizi belirler. Çevrenizdeki insanları ne kadar kaliteli insan olmaya teşvik edersiniz siz de o kadar kaliteli bir çevrede yaşar, etkiler/etkilenir, yararlanır/yararlı olmaya çalışırsınız.
Ülkemizde kaliteli çevreler arasında yer alması gereken kurumların başında üniversiteler gelmektedir. Oysa istisnai bölümler, dallar dışında üniversitenin geneli konusunda böyle bir şey söyleyebilmek mümkün değildir. Aynı şey medya, sanat dünyası ve daha genelinde toplumun hemen tüm kesimleri için söylenebilir. Sosyal Bilimler alanında Yüksek Lisans öğrenimi görüp, doktora aşamasına gelmiş pek çok genç insanın mesleki kitaplardan birini bile okumamış oldukları, Doçentlik aşamasına gelmiş pek çok öğretim elemanının henüz bir kitap bile yazmamış oldukları bir ülkede yaşamakta olduğumuzu düşünürsek, bilimsel araştırmayı ne kadar ciddiye almış olduğumuz da ortaya çıkar.
Bu çalışmanın başlığını “Anlamsız Düşünceler” olarak koymamın en önemli nedeni bilimsel araştırma heyecanı ve ruhunun tamamen ölmese bile, büyük ölçüde can çekişmekte olduğu bir üniversite ortamında yaşıyor olmamdır. Bu benim çalışmakta olduğum üniversiteyle sınırlı bir düşünce değildir. Bu, ülkenin hemen (*) XIX. yüzyılın sonunda Türkiye’de yaşamış ve gözlemler yapmış iki yazarın Padişah tebaasına yönelik bu ilginç tespit ya da düşüncelerinin günümüz ‘özgür’ toplumu için ne kadar geçerli olduğundan daha önemli bir şeyden söz etmek gerekseydi, bu, aynı tarihlerde Avrupa’yı merak etmiş ve o ülkelerde yaşamış olan Türkiye kökenli insanların o toplumlar hakkında yazmış oldukları metinler olabilirdi. Oysa bugün bile bu toplumları derinlemesine inceleyerek bu gözlemlerini mevcut Türkiye insanına aktaran kaç kişi tanıyoruz? her yerindeki üniversitelerde çalışan pek çok eski öğrencim, meslektaşım ya da başka alanlarda çalışan arkadaş ve dostlarımın ortak kanısıdır. Ziyaret ettiğim bütün üniversitelerde durum aynıdır. Dolayısıyla çalışmanın, yaratmanın, üretmenin anlamını yitirmiş olduğu bir ortamda yeni ve özgün bir şeyler üretmek anlamsız, aptalca ya da çılgınca bir girişime benzemektedir. Ancak başka bir yaşama biçimi bilmiyor ve bundan başkasıyla doyuma ulaşamıyorsanız, geriye yapacak tek şey kalıyor. Bu çılgınlık, aptallık ve anlamsızlığı gidebileceği en uç noktaya kadar götürmek.
Burada araştırmadan, yaratıcılıktan ve bilimsellikten anlaşılması gereken şey yepyeni perspektiflerin oluşmasını sağlayabilecek düzeyde çalışmalardır. İçinde yaşamakta olduğumuz toplum ve dünyayı olumlu yönde değiştirmeye hizmet edebilecek türden çalışmalar. Çok nitelikli, derin ve uzun araştırmaların sonucu olan çalışmalar. Yoksa belli bir entelektüel düzeye sahip ancak sizi hiçbir yere götürmeyen, karşınıza olumlu ya da olumsuz herhangi bir sonuçla çıkmayan, boşlukta kendi etrafında dönen türden çalışmalar değil.Bilimsel, sanatsal, kısaca her türlü araştırmanın kökeninde yatan temel unsur merak duygusu ve bilme arzusudur. Bu ikisi kişinin seçtiği alanlara uygun yöntemlerle karşılaştıkları zaman onun soyutlama kapasitesini zorlayabilir ancak meraklı insan kendi kendisini aşması gerektiğini ve bilginin sınır tanımaz bir şey olduğunu aklından çıkarmamak durumundadır. Olağanüstü bir bilim ve düşünce adamı olan Henri Laborit kitaplarından birinde (ya da birkaçında) bir insanın sahip olduğu tek büyük sermayenin kendi düş gücü olduğunu söylüyordu. Milyarlarca insanın yaşadığı bir dünyada bu milyarlarca düş gücü demektir. Yine Laborit, bir sorunun yanıtını çok araştırmanıza karşın bulamıyorsanız bu o sorunun bir yanıtı bulunmadığı anlamına gelmez demektedir. Sizin bulamadığınız ve keşfedemediğiniz şeyi bir başka düş gücü keşfedip önünüze koyabilir. Dolayısıyla bu dünyada merak eden, düşünen, çalışan, araştıran bütün düş güçlerine ihtiyaç vardır diyebiliriz. Bütün insanların birbirlerinin düş güçlerine ihtiyacı olduğu söylenebilir. Bu insanın umutsuzluğa kapılmasını engelleyen güzel bir yaklaşımdır. Bulamadığım soruların yanıtlarını bulmuş insanları keşfetmek bile önemli bir macera, bir yolculuktur. Üstelik hiç de kolay bir iş değildir. İmkansız aşk gibi yaşam boyu (yanlış yerlerde) arayıp o insanları bulamayabilirsiniz. Ya da Poe’nun “Çalınmış Mektup” öyküsünde olduğu gibi size bakan, gözünüzün içine batan, burnunuzun dibinde duran istediğiniz yanıtlara sahip metinleri göremeyebilirsiniz.Öte yandan Türkiye gibi ülkelerde (çok entelektüel sayılamayacak) büyük bir düş gücü potansiyelinin ya nadasa bırakıldığı ya da olumsuz yönde yaratıcılığa hizmet ettiği söylenebilir . Düş gücü nadasa bırakıldığı an ölmeye yüz tutmuş demektir. Çünkü zihinsel duraklama ya da durgunluk çalışmayan motor gibi paslanıp, çürümeye mahkumdur. Buna karşın sürekli çalışan ancak çevresindeki insanlara maddi ve manevi zararlar veren olumsuz bir düş gücünün kökeninde ne vardır? Türkiye bağlamında bakıldığında plansız programsız yaşayan bir topluma uygun bir plansız programsız, niteliksiz eğitim ve işsizliğe koşut göz ardı edilen ahlaki ilkeler. Bu toplum şu anda başına musallat olmuş bütün kötülük ve olumsuzlukların baş sorumlusudur. Yalnız kendi cehaletinin değil, seçtiği politikacıların cehaletinin de bunda çok büyük bir payı vardır.
Burada insanların soyutlama kapasitelerinin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Tek bir insanın psikolojik ve zihinsel yapısının anlaşılabilmesi için bazen beş, on ,on beş, yirmi yıla ihtiyaç duyan disiplinlere karşın politikacıların milyonlarca insanın arzu, ihtiyaç ve isteklerini basit slogan ve formüllere indirgeyerek sunmasına boyun eğen bir toplumun zamanla ve kendi iradesiyle karmakarışık hale getirdiği bir sistemden kurtulması kolay görünmemektedir. Dünya basit bir yer değildir. Hala çözülememiş milyarlarca özelliğe sahiptir. Dünyada basit toplumlar ve basit açıklamalar yoktur. Dünyayı basit düşüncelere indirgeyen tehlikeli yaklaşımlar vardır. Bir bilgisayar programının basit bir açıklaması yoktur. Bunu öğrenmek isteyen insanın soyutlama kapasitesini geliştirmekten başka seçeneği yoktur. İki kişi arasında geçen bir aşk romanı ya da filmi bile kimi zaman üst düzey bir soyutlama kapasitesini gerektirebilir. Basit kalp ameliyatı yoktur. Yalnızca söz düzeyinde bu türden işlemleri basitleştirebilirsiniz. Satranç bir oyundur ancak diğer pek çok oyuna oranla belli bir soyutlama düzeyini zorunlu kılmaktadır. Bütün bunları söylememizin nedeni, günümüz Türkiye’sinde hâlâ başka toplumlara ait açıklamaları, yöntemleri çözümleyip, sınamadan şablonlaştırıp kendi toplumuna uyarlayan sözde entelektüellerin şaşırtıcı sayısıdır. Yukarıda söylediğimiz gibi araştırma uzun, zor, zahmetli ve çoğu zaman da beklenen, arzulanan sonuçlara ulaşma garantisinin bulunmadığı yoğun enerji tüketimidir. Oysa kendi ülkesinde ve kendi çapında az çok başarılı olmuş (başka toplumlara yönelik) çalışmaları alarak,örneğin, içinde yaşadığı toplumun özelliklerine uygun hale getirmek yerine, topluma o çalışmanın yöntemine uygun bir görünüm kazandırmak o çalışmanın başarısına bir anlamda ortak olma gibi bir duyguya yol açabilir. Oysa bunun ne içinde yaşanan ne de diğer toplumlara bir yararı olmadığı açıktır. Üstelik bu bir tür sahtekarlık olarak da görülebilir.Her insan gibi her toplum da özgün bir varlıktır. Diğerleriyle benzer özelliklere sahip olabileceği gibi yalnızca kendine özgü kimi önemli nitelik ve özelliklere de sahip olabilir. Biz, içinde yaşadığımız toplumun hem çok sıradan hem de çok önemli özelliklere sahip bir toplum olduğunu düşünüyoruz. Bu birbiriyle çelişkili görünen düşünce bu toplumun geçmişi incelendiğinde birebir doğrulanmaktadır. Anadolu toplumu son yedi yüz yılda dünyada az görülen bir sentez gerçekleştirmiştir. Ancak günümüzde bu sentezin gerçekleşme biçimini öğrenmek yerine, Modern toplumlardan esen ve bilimsel bir boyut kazandırılan ırkçılık anlayışıyla bu sentezden kurtulma yönünde harcanan anlamsız çabalar vardır. Oysa Anadolu toplumunun gerçekleştirmiş olduğu sentez onun dünyanın en önemli toplumları arasında yer almasını sağlayacak çok önemli bir özelliktir. Bu özellikten kurtulmak yerine ona çağdaş bir anlam, içerik ve bir biçim kazandırmak gerekmektedir. Anadolu toplumunun da dünyaya öğreteceği bir şeyler, önerebileceği kimi düşünceler vardır. Bunlara yepyeni bir görünüm kazandırmak yerine, bozmak ya da yok etme girişimlerinde bulunmak Türkiye’yi dünyanın ikinci sınıf toplumları arasında kalmaya mahkum etmek demektir. İyi ve derinlemesine düşünmemek kimi zaman istenilen sonuçların tam aksine yol açabilir. Türkiye tam da böyle bir durumdadır. Hiç araştırıp, düşünmeden ya da çok az çaba sarf edilmiş araştırmalara dayanılarak yapılan açıklamaların bu topluma ne büyük zararlar verdiği ortadadır. Bu toplumun daha büyük zararlara ve acılara tahammülü yoktur. Zararın neresinden dönülürse kardır denilerek pozitif aklın emrettiği yola girmek gerekmektedir.
*Merak duygusu, burada, hayati bir öneme sahip olmaktadır. Toplumumuz meraklı bir toplum mudur sorusunun yanıtı hem çok hem hiç olacaktır. Ancak çok meraklı olduğu alanlar hangileridir diyecek olursak bu duygusunu en az yönelttiği alanların bilim, felsefe ve üst düzey bir sanat anlayışı, vs olduğu görülecektir. Derinlemesine bir anlama çabası isteyen hiçbir şeye karşı büyük bir merak söz konusu değildir. Örneğin Kemalizm bile bu yüzden bir felsefi ekol ya da disipline dönüşemeyerek bir doktrin düzeyinde kalmıştır. Çünkü felsefi ekol ya da disipline dönüşme olağanüstü çaba isteyen uzun, sistematik bir çalışma düzenini zorunlu kılmaktadır. Üstelik bunun beklenen felsefi sonuca ulaşamama olasılığı da vardır. İnsanlarımızın bu alanlara yönelik merak duygusunu körelten şey nedir? Eğitim düzen(sizliğ)i ve ‘felsefesizliği mi? Bir bakıma evet. Ancak tek başına bu yeterli olamaz. Okuldaki bilgilerden kaçan meraklı öğrenciler kendilerine başka alanlar bularak onlarla ilgilenebilirler. Oysa böyle bir şey de söz konusu değildir. Bunun nedenlerinden biri merakla sabır duygusu arasındaki doğru orantılı ilişkidir. Çocukluktan başlayarak bu iki duygu arasında eğitim ve öğretim aracılığıyla doğru orantılı bir ilişki kurulamıyorsa; buna karşın medyanız her şeyi en kısa yoldan ‘çözmüş’ insanları topluma model gibi sunuyor ve çok uzun soluklu çalışma,azim, yaratıcılık, disiplin sonucu elde edilen başarıları sürekli göz ardı ediyorsa ülkesine bu konuda hizmet etmediği ve olumlu sonuçlara katkıda bulunmadığı ortadadır. Bu kolaycılığın tuzağına düşen bir toplumda inanılmaz düş kırıklıkları yaşanarak, topluma karşı, ona zarar verici yaşam biçimleri oluşmaktadır (hırsızlık, gasp, soygun, fuhuş, uyuşturucu satışı, vb alanlarla iştigal eden insanların eğitim düzeyinin her geçen gün artmakta olduğu gözlemlenmektedir).
Merak bir başlangıçtır. Bu merak içeriden bilgi birikimi, sabır, çaba, yaratıcılık ve dışarıdan maddi/manevi bir şekilde desteklenmediği takdirde ne yeşermesi ne de yeşerdiği takdirde büyüyüp, gelişebilmesi mümkün değildir. İnsanlara binadan ve üç, beş kitaptan ibaret bir kütüphane vererek hadi bilimsel araştırma yapın diyemezsiniz. Yukarıda söylediğimiz gibi bunun maddi ve manevi koşullarını, uygun çevreleri oluşturmak durumundasınız. Merak aynı zamanda ilgi alanınızda başkalarının yaptıklarıyla ilgilenmeye, onlardan daha iyisini nasıl yaparım sorusuna yol açmıyor ve olumlu, yaratıcı bir rekabet ortamının var olmasını sağlamıyorsa bunun gerçek bir merak duygusu olduğundan kuşkulanmak gerekmektedir. Çünkü tek başına merak ahlaklı bir insan olmanızı sağlamaz. Merak, olumlu bir ahlak anlayışıyla birlikte olmak zorundadır. Bir kez daha belli bir düzey ve nitelikte eğitim almamış insanlardaki merak duygusunun yüzeyin altına geçebilmesinin ne kadar zor olduğu görülmektedir. Bu yüzeysel, tüketici ve anlamsız merak mevcut televizyon programları ve haftalık gazete ve dergileri aracılığıyla kendini yeterince göstermektedir. İnsanların nasıl olup da hem toplum hem de kendileri için, tamamıyla yararsız ve anlamsız olan bu konu ve bilgileri merak etmekte olduklarının bile birileri tarafından merak edilip, bundan toplumsal açıdan yarar sağlayacak sonuçlar çıkartılması gerekmektedir.
Yüzeysel ve anlamsız merakın bir nedeni de insanlardaki aşağılık kompleksi yani yaşamın hiçbir alanında hiçbir şey başaramayacağına olan inançtır. Bu inancın değiştirilmesi gerekmektedir. Bu konuda örneğin üniversiteye giriş sınavları genç ve hassas beyinler açısından müthiş yıkıcı bir etkiye sahip olabilmektedir. Diğerlerinden hiç de aşağı zekaya sahip olmayan insanların kendilerini başarısız, işe yaramaz varlıklar gibi hissetmesine yol açabilmektedir. Bilimsel, felsefi ve nitelikli sanatsal düşüncenin gelişmesinin önündeki engellerden biri de muhtemelen budur. “Anlamsız Düşünceler!” bir kısmı yukarıda sayılan nedenlerden dolayı duyarsızlık, ilgisizlik ve meraktan yoksunluğun neredeyse had safhaya ulaşmış olduğu düşünce evrenine toplum, zihniyet, kültür, politika, sanat, felsefi düşünce, vs konularında sessiz, içten ve dostane haykırışlar, seslenişlerdir.
Bu çalışmadaki yazıların bir kısmı Doğu Batı, Radikal 2, vb dergilerde yayınlanmış olup, diğer kısmı daha önce başka bir yerde yayınlanmamıştır.
«« listeye dön