ANTROPOLOJİ VE TARİH: OSMANLI TARİHİNİN SOSYAL ANTROPOLOJİ PERSPEKTİFİNDE GÖZDEN GEÇİRİLME ZORUNLULUĞU ÜZERİNE

Oğuz Adanır

XV. Türk Tarih Kongresi, 11-15 Eylül 2006, Ankara.

 

 

Bir yandan toplumların ilkçağlardan bu yana uğramış
oldukları değişiklikler hakkında bilgilenmeye ve bunları
(sosyolojik ya da antropolojik bir kuram oluşturabilmek
amacıyla) mantıklı bir şekilde açıklamaya çalışırken- diğer
yandan kurumların zaman içinde geçirdikleri değişikliklere
karşın, bir tür sabit kalan ve hiç "değişmeyen" bir unsur
bulunduğunu da kabul ediyoruz. İlkel zihniyet konusunda
dikkatimiz sürekli olarak bu noktaya çekilmektedir oysa bu
zihniyetin varlığına biz sık sık çevremizde de tanık oluyoruz.

Lucine LEVY-BRUHL, s.130, Carnets (1938-1939)

 

 

Tarihin yoruma dayalı bir disiplin olduğu artık pek tartışılmıyor. Buna karşın geçmişin doğru ve gerçek bir şekilde yazımı tartışması güncelliğini koruyor. İçinde yaşamamış olduğumuz bir gerçekliği en doğru ve gerçekçi bir şekilde vermenin bir yolu var mıdır? Günümüzde tarih yazımı gerek Türkiye, gerekse dünyanın birçok ülkesinde, genellikle, elde edilen ve geçmişe ait olduğundan emin olunan belgelerin, adı geçen döneme ait bir ‘tarihsel-toplumsal bağlama’ oturtularak varsayımsal bir gerçek ve doğru yorumu olarak anlaşılmaktadır. Ancak buradaki gerçek ve doğru hangi (nesnel diyemesek bile mantıksal, inandırıcı) ‘bilimsel ölçütler’ üzerine oturtulmaktadır.

Bizim görebildiğimiz kadarıyla Osmanlı tarihçileri geçmişe ait toplumsal yaşamı:

1. Ya modern pozitif, rasyonel düşünce anlayışına uygun bir şekilde ele almakta yani onu

kendi içinde yaşamakta olduğu çevre ve dünyadan yola çıkarak yorumlama denemesinde bulunmakta; bir başka deyişle mevcut toplum hakkındaki kendi ve başka tarihçilerin kişisel gözlemlerini geçmiş için de görece geçerli varsaymakta;

2. Ya İslamcı yani eldeki bütün verileri Kutsal kitap ve ona dayanarak oluşturulan yarı

mistik yarı rasyonel bir düşünce doğrultusunda yorumlamakta:

3. Ya da belgeyi günümüz diline çevirip, elden geldiğince az müdahale ederek bir anlam

çıkartma işini okuyucuya bırakmaktadır;

Hiç kuşkusuz Tarihe bunlardan başka yaklaşım ve yorumlama biçimleri de var ancak sonuç olarak hiçbirinin yorum olmanın ötesine geçemediği de bir gerçek. Bizim sorunumuzsa Tarihin yani geçmişte yaşanmış ve bitmiş olan bir gerçekliğin en doğru ve gerçekçi bir biçimde bugünün insanına nasıl ve ne şekilde yansıtılabileceğidir.

Bu konuda Tarihe yardımcı olabilecek en önemli disiplinlerden birinin sosyal antropoloji ya da etnoloji olduğu söylenebilir. Günümüz itibarıyla sosyal antropolojinin asal ilgi alanlarından biri insanlık tarihidir. Bu disiplinin araştırma konuları arasında zihniyet ve kültür yine birincil öneme sahip alanlardır. Zihniyet kısaca: bir topluluğa ait alışılagelmiş düşünce ve inanç biçimlerinin tamamıyla aynı topluluğun sahip olduğu duygusal ve ahlaki özelliklerin bütün bireylerde ortak bir şekilde bulunmasıdır. Yüzyıllar boyunca korunan ve kuşaktan kuşağa taşınan bir toplumsal olgu olan zihniyet tarihsel ve toplumsal koşullarda radikal değişiklikler olmadığı takdirde ya da toplumda bir değişiklik arzusu ortaya çıkmadığı sürece varlığını koruyabilmektedir.[1] Bu değişmediği sürece de insanların gerek kolektif gerekse kişisel yaşantıları ya yüzyıllar boyunca değişmemekte ya çok az değişmekte ya da belli

dönemlerde hızlı değişimlerle karşı karşıya kalınabilmektedir. Dolayısıyla yöneticilerin aldıkları kararlar kimi zaman bu yüzyıllar boyunca süregelmiş gelenek, görenek ve törelere uygun olmakta; kimi zaman da bazı alan ya da alanlarda ani değişiklikler gerçekleştiğinde bu zihniyet değişikliğinin nedenlerinin farkına varılmadığı takdirde yanlış çıkarsamalarda bulunulduğu görülmektedir. Örneğin Kanuni Süleyman öncesi Osmanlı düzeniyle bu padişah sonrasındaki imparatorluk düzeninin tamamen aynı zihinsel yapıya sahip olmaması gibi. Yine aynı döneme ait Kapitülasyonların rasyonel düşünce yani Modern İktisat tarihi perspektifinden yorumlama gibi bir yanlış yapılması gibi,vs. Burada asıl sorulması gereken soru o gelenek, görenek, âdet, alışkanlık, törelerin kökeninde nasıl bir kafa yapısının bulunduğu ve bu kafa yapısının zaman içindeki yolculuğunun izlenerek tarih yazımının daha sağlıklı olup olmayacağıdır.

*

Sosyal antropoloji ya da etnoloji karşılaştırmalı bir disiplin olup, insanın geçmişi konusunda (özellikle de ilkel toplumlar konusunda) doğru sonuçlara ulaşma açısından geçerliliği tartışılmayacak bir yöntemdir. İlgi alanı her ne kadar ilkel toplumlar gibi görünüyorsa da, bütün insanlığın bir ilkellik aşamasından geçmiş olduğu varsayılacak olursa, bu disiplinin elde etmiş olduğu sonuçların çeşitli dönemlere ait tarihsel olay ve olguları kapsayan verilerle karşılaştırılmalı bir şekilde ele alınmasının düşündürücü sonuçlara yol açtığı/açabileceği görülmektedir.

Bizim sözünü etmiş olduğumuz sosyal antropoloji ya da etnoloji yöntemi Marcel Mauss’a ait “Armağan Kuramı” olarak adlandırılandır. Bu yöntemden ilk yararlanan tarihçilerden biri ünlü Fransız tarihçi Georges Duby’dir. Savaşçılar ve Köylüler -VII. –XII. Yüzyıllar arası Avrupa’sında ilk ekonomik atılım- (Gallimard, 1973, Paris) başlıklı çalışmasında tarihçi Avrupa toplumlarının Marcel Mauss’un açıklamasını yapmış olduğu türden bir zihinsel yapıya sahip olduklarını belgelemekte ve yorumlarını büyük ölçüde bu sosyal antropolojik sonuçlara dayandırmaktadır. Marc Bloch, Jacques Le Goff, Fernand Braudel (bu tarihçi “Maddi Uygarlık” başlıklı çalışmasında bu yöntemden onu yadsıyarak yararlanmaktadır) ve Karl Polanyi (“Büyük Dönüşüm” başlıklı çalışmasını Mauss’un düşünceleri üzerinden yola çıkarak gerçekleştirmiştir) bu yöntem ve verilerden yararlanmış olan tarihçilerden birkaçıdır.

Burada tarihçi dostlarımıza konuyla ilgili birkaç örnek sunarak kendilerini bu açıklamalarla ilgilenmeye ve düşünmeye davet ediyoruz. Zira onların tarih konusundaki engin bilgi birikiminin bu yöntemden çok daha kolay ve sistematik bir şekilde yararlanmalarını sağlayacağına inanıyoruz.

Sunacağımız ilk örnek: R.E. Koçu’nun “Tarihimizde Garip Vakalar”, (Varlık Yayınlar 1958, İstanbul, s.6-8) başlıklı çalışmasında aktarmış olduğu tarihi bir olaydır:

“…Bulgaristan’ın Türk idaresinde bulunduğu zamanlarda Tırnava kadısı Ahmet Şükrü Efendi hükümet merkezine gönderdiği resmi yazıda neler anlatıyor! Bu mektup Hicri 19 Rebiülâhır 1249 (Milâdi 1833) tarihli olup devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekâyinin 69’uncu nüshasında neşredilmiştir; bugünkü yazı dilimize çevirerek okuyalım:

“Tırnava’da cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmağa başladı…Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır…İnsanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar…Hiç kimse bir şey göremez…Birkaç erkek ve kadının üzerine saldırmış…Bunlar çağrıldı, soruldu: Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık, dediler…Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar…Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğuna ittifak etti…İslimye kasabasında cadılık ile tanınmış Nikola ismindeki adam Tırnava’ya getirildi ve sekiz yüz kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı, mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir, resmi hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki ruhu habis imiş…Büyük bir kalabalık ile mezarlığa gidildi…Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim, sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından olan Tetikoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarlarına karşı durdu…Mezarlar açıldı…Cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer, dörder parmak uzamış bulundu…Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi…Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü…Bu adamlar, sağlıklarında her türlü fesadı irtikâp etmiş, ırza, namusa, mala tecavüz etmiş, adam öldürmüş, ocakları lâğvedildiği zaman her nasılsa yaşlarına riayet olunarak cellâda verilmemiş, ecelleriyle ölmüşlerdi…Sağlıklarında yaptıkları yetişmemiş gibi, şimdi de halka ruhu habis olarak musallat olmuşlardı…Cadıcı Nikola’nın tarifine göre bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerinin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanır imiş…Ali Alemdar’la Apti Alemdar’ın cesetleri mezarlarından çıkarıldı…Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı, fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı bu cesetleri yakmak lâzım, dedi. Bu hususta şer’an da izin verilebileceğinden ruhsat verildi…Ve iki yeniçerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı ve çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu…”

Olay resmi bir evrakla bildirilmiş olmasına karşın Tarihçinin bu konuda söyleyecek bir şeyi, yapacak bir yorumu yoktur. Muhtemelen istisnai ve garip görünen bir olay konusunda susmak daha doğru bir yaklaşıma benzemektedir. Oysa bir başka toplumdan benzer bir örnek sunduktan sonra olayın değişik bir şekilde ele alınıp alınamayacağına bir bakalım.

Şimdi de Lucien-Lévy BRUHL’un “İlkel İnsanda Ruh Anlayışı” s.271-272 (DoğuBatı Y. 2006, Ankara) başlıklı çalışmasından bir bölüm aktaralım. Bu bölümde yazar canlı ya da ölü büyücü ya da büyücü olmayan insanların içinde yaşadıkları ya da öldükten sonra geri gelip zarar verdikleri yakınları ya da insanlarla aralarında geçen olaylardan söz etmektedir:

“Diğer yandan yaşarken foyaları meydana çıkartılamayan büyücüler vardır. Bunlar öldükleri zaman kötülük yapmayı sürdürebilmektedirler. Kendilerinden kuşku duyulduğu takdirde mezarları kazılıp, cesetleri çıkartılarak yakılmaktadır. Bu kişilerin cesetlerinin hiç çürümediği gözlenmektedir. Ölü büyücülerin bedenleri çürümemektedir. Bu inançla birbirlerinden çok uzak bölgelerde karşılaşılabilmektedir. Dr. Pechuel-Loesche’de bu olguyu dile getirmektedir. “Yaptıkları kötülükler anlaşılamamış ve kendilerine onurlu bir tören yapılmış olan büyücülerin bedenleri toprağın altında çürümüyor” demektedir. Talbot ise:”Kimi zaman çok kurnaz ve şanslı olan erkek ya da kadın büyücü kendisinden hiçbir şekilde kuşkulanılmamasını sağlayabilmekte, dolayısıyla da herkesin arkasından ağladığı saygın bir insan gibi ölebilmektedir. Ancak öldükten sonra bu ölüler (ghosts) kendilerini kötülük yapmaktan alıkoyamadıklarından, yaşadıkları yere dönerek geride kalanlara bin bir türlü kötü oyunlar oynamaktadırlar. Örneğin, tanınmış bir şefin ölümünden sonraki birkaç yıl boyunca geride bıraktığı insanlar önemli, önemsiz birçok üzücü olay yaşar...


METNİN GERİ KALAN BÖLÜMÜYLE İLGİLENDİĞİNİZ TAKDİRDE YAZARA BAŞVURABİLİRSİNİZ.


--------------------------------------------------------------------------------

NOTLAR:

[1] Bir toplum hakkında genel ve sahip olunması gereken minimum bilgiler bağlamında, Louis Dumont, geçmişe ait bilgiler antropolog için yararlıdır dedikten sonra bu konuda Marcel Mauss’un, bugünün geçmişe oranla sunduğu avantajlardan söz ettiğini söylemektedir. Mauss, antropologun, mevcut toplum hakkında yaptığı derin araştırmalar bütünsel bir görünüm arz edebilmektedir. Zira tüm alanları araştırabilmesi mümkündür. Bunlar toplumsal ilişki, biçim ya da yapıların güncellenmesi açısından çok önemli bilgilerdir. Oysa tarihte kalmış olan bilgiler bu açıdan bölük, pörçüktür. Bu yüzden bir kez mevcut manzara sistematik bir görünüme bürünmüş halde ortaya çıkartıldığında, buradan yola çıkarak geçmişe bir çeki düzen vermek ya da onlarla ilişki kurulmasını sağlayan veriler üretmek kolaylaşmaktadır demektedir. Bu yaklaşımın nesnellik anlayışına daha bir yakın olduğu; doğru ve gerçek bir tarih yazımı konusunda çok önemli avantajlar sunduğunu yadsıyabilmek kolay değildir.

======================================================================================





«« listeye dön