FELSEFESİZ ESTETİK, SANATSIZ TOPLUM
Oğuz Adanır
Hacettepe Üniversitesi, Bilim-Düşün-Sanat Şenliği'nde sunulan bildiri, 6 Ekim 2005.
Yaşamın neredeyse tüm alanlarında bir kaosun hüküm sürdüğü ülkemizde, sanat alanındaki kaostan kaçabilmek ne mümkün. Bu yüzden konferans konusunu zaman ve içerik açısından elden geldiğince sınırlandırmaya çalıştım yoksa böyle bir başlıktan yola çıkarak yıllar boyunca konuşabiliriz.
Modern sanat kavramı Aydınlanma sonrası, Sanayileşen Kapitalizm ve Çağdaş Demokrasilerin güncel biçimlerini kazanmaya başladıkları bir dönemde elde edilen bireysel hak ve özgürlüklerle birlikte ortaya çıkmıştır. Sınıfsal özellikler taşıması, belli bir ideal ya da ideolojiye bağlanması ve bu ideolojilere özgü estetik anlayışlardan söz edilmesi yine bu dönemin bir ürünüdür.
Petit Robert sözlüğünde sunulan modern bir tanıma göre sanat: İnsanın, estetik bir ideali yapıtları aracılığıyla dışavurması; bu dışavurum biçimini amaçlayan yaratıcı etkinliklerinin tamamı.
Ancak unutulmaması gereken bir nokta varsa o da, Modernleşme öncesinde yaratıcı eylemin kişisel, özgür bir irade ürünü olmaktan çok kişiye bahşedilmiş tanrısal, ilahi bir esin olarak değerlendirildiği gerçeğidir. Bir başka deyişle bireysel yaratıcılık söz konusu değildir. Bu konumda görünen kişi asıl yaratıcı olan Tanrıya aracılık eden bir el, araçtan başka bir şey değildir.
Osmanlı toplumunda Modern anlamda bir sanat kavramı yoktur. O. Hançerlioğlu Türkçe’de kullanılan “sanat” sözcüğünün Arapça sunî kelimesinden türetilmiş olduğunu: “Arap ve Osmanlı yazarları Arapça sunî sözcüğünü tanrısal yaratma (Ar.: Sun’u ilâhi) anlamıyla sınırlandırmışlardır. Eski sözlüklerde bu deyim için özellikle hayvânat ve cemâdâta isnad olunamaz kaydı vardır. Buna karşın sanat ve zanaat deyimleri her zaman insansal ürünler için kullanılmıştır” demektedir.
Osmanlı toplumunda bir sanat kavramının bulunmaması, bir sanat felsefesi ya da estetikten yoksun bir kültürel evrenden söz edilmesine yol açmaktadır. Osmanlı’daki değerli ve güzel nesneleri kültürel ürünler olarak nitelendirmek daha doğru bir davranış olacaktır.
Önemli olan Osmanlı’da mimari yapıtların, müzik, şiir, vb (daha sonra tiyatro, roman, hikaye, vb) ürünlerin bulunması değildir; önemli olan bunların belli bir estetik ideal doğrultusunda dışavurulmuş, üretilmiş olmamasıdır. Bildiğim kadarıyla bu konuda bugüne kadar bize herhangi bir sanat felsefesi ya da estetikle ilgili çağrışım yapacak bir bilgi ulaşmamıştır. Bütün bu sayılan alanlarla ilgili insanların usta, kalfa, çırak gibi unvanlara sahip olmaları bunların fırıncılık, keçecilik, taş ustalığı benzeri profesyonel iş kolları olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Osmanlı’da durumun özetle böyle olduğu ileri sürülebilir.
Yine Osmanlı’da neden Avrupa’daki Rönesans sırasında ortaya çıkıp, Aydınlanma döneminde (Ulusal Burjuvazilerin Tarih sahnesine çıkmalarıyla birlikte) yerli yerine oturmaya başlayan bir estetik anlayış yoktur?
Estetik Antik Yunan’dan Schopenhauer’e kadar giden bir yol izlemekle birlikte, Estetik’i, Güzelliği İnceleyen bağımsız bir bilim olarak ileri süren ve adlandıran ilk kişi Alman düşünür Alexander Baumgarten’dir. Ona göre bu duyusal bilginin bilimidir. Konusu duyusal yetkinlik, yapmaya çalıştığı şeyse güzel üstünde düşünme sanatıdır. Ancak estetik İmmanuel Kant’la felsefesel bir anlam ve öneme sahip olmuştur .
“Kant’a göre estetik us, kuramsal us’la uygulayıcı us arasında bir köprüdür ve kuramın uygulama alanındaki denetçisidir. Estetik us, bir yargı gücüdür ve doğru düşüncenin iyi uygulandığını güzel yargısıyla yargılar. Kant’a göre güzel olan, doğrunun iyilikte gerçekleştirilmesidir…estetik yargı, beğeni yargısıdır.”(O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü)
Felsefeden bağımsız bir estetik anlayış olamayacağına XX. Yüzyılın son çeyreğine kadar inanılmıştır. Bu tarihten sonra Modern toplumlarda görülen felsefi düşünce alanındaki güç kaybı ya da zayıflamanın doğal olarak estetiği de etkilemiş olduğu söylenebilir. Günümüzde bu estetik anlayıştan uzaklaşmanın nedenlerini Jean Baudrillard’ın son çalışmasında yer alan bir metinden yapacağımız alıntılarla biraz sonra açıklamaya çalışacağız.
Ancak şimdi bir çağdaş felsefe açıklaması yapmaya çalışalım zira felsefeden bağımsız bir estetik anlayış olmayacağına ve estetik, felsefenin bir alt dalı olduğuna göre bu disiplinin açıklaması yapılmadan estetik çözümleme ya da yorumlamadan söz edebilmek güç görünüyor.
S. Hilav felsefe konusunda şöyle bir açıklama yapmaktadır: (Felsefe El Kitabı, 1970, s.155, alıntı O. Hançerlioğlu F.S.):
“…felsefenin sürekli bir eleştirme ve arayış; doğruları akıl yoluyla bulmaya çalışan, bilgeliği elde etmeye yönelen, hür bir çaba olduğunu tekrarlayacağız…felsefi düşünce deyince, bu özü, bu eleştirmeyi, bu arayışı ve bu yönelmeyi anlamamız gerekir. Başka bir deyişle felsefi düşünce özgür düşüncedir; evrene ve var olan her şeye karşı kendisini koymuş olan insanın; nesneye karşı öznenin, topluma karşı ferdin akla dayanan araştırıcı düşüncesidir. Felsefe sürekli bir hayır deyiş aracılığıyla evet’i bulmaya çalışmak çabasıdır…Başka bir bakış açısından felsefe hayatta elle tutulur halde gerçekleşmemiş olanın düşüncede gerçekleştirilmesidir; bilgi bakımından en doğru olanın, ahlak bakımından en iyi olanın, hayat bakımından en anlamlı hayatın, estetik bakımdan en güzel olanın araştırılması ve ortaya konması çabasıdır…Felsefe ideal bir dünyanın, iyi ve güzel yaşamanın nasıl olması gerektiğini açıklar ama bunu hayatın kendisinde somut olarak gerçekleştiremez, iyi, güzel ve adaletli hakkında bize ancak bilinç verir; bir özlem ve arayış gerçekleştirme ihtiyacı duyurur.”
Bu felsefe açıklaması son çözümlemede, insanın dünyayı dönüştürme sürecinin yasalarını saptamak şeklinde sunulan estetik kavramı ve nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetiksel imgeler halinde yansıması olarak tanımlanan sanat kavramıyla bir araya getirildiği zaman, Türkiye’de XIX. Yüzyılın ikinci yarısından bu yana bu felsefi yaklaşım, bu estetik ve sanat açıklamasına uyan çalışma, yapıt, ya da ürün sayısının (özellikle plastik sanatlardan söz edilecek olursa) yok denilecek kadar az olduğu söylenebilir. Buna karşın edebiyat, tiyatro, mimarlık, şiir, müzik gibi alanlarda hangi felsefi ve estetik anlayışa uygun ürünler verilmiş olduğu sorusu yanıtını beklemektedir.
Sanatın gelişmesini neredeyse organik bir şekilde toplumun gelişmesine bağlayan Marksist yaklaşımın penceresinden baktıkları takdirde, felsefeci ve estetikle ilgilenen meslektaşlarımızın Türkiye toplumu ve ürettiği ‘sanatı’ karşılaştırarak ne türden sonuçlara ulaşacaklarını bilmek isterim.
*
Şimdi yeniden Osmanlı’ya dönelim (özellikle de XVII. Yy ve sonrasına) ve bu toplumda “güzel” sözcüğünün daha çok içerikten bağımsız ya da bir içerikten yoksun nesneler için kullanılabileceğini söyleyelim. Oysa modern sanat kavramı içerikle biçimin birbirlerinden ayrılmasının olanaksız olduğunu, biri olmadan diğerinden söz edilemeyeceğini iddia etmektedir. Bu yaklaşımı onayladığınızda Osmanlı’da sanattan çok zanaattan söz etmek daha doğru bir girişim gibi görünmektedir. Bunun bir zanaat olmasının nedeni hemen tüm ‘sanat’ dallarında (plastik sanatlar, roman, tiyatro, öykü, mimari, vs) taklide dayalı bir üretimin gerçekleştirilmiş olmasıdır zira özgün ve özgür bir üretim için, içinde yaşanılan toplum ve dünyanın felsefi boyutlara sahip bir sorgulama sürecinden geçirilmesi bir zorunluluğa benzemektedir (ki böyle bir girişimin istisnaları olabilir). Hemen hiçbir sanat ve düşünce alanında (yine bir ya da iki istisna dışında) herhangi bir ekolleşme ve düşünsel silsile süreciyle karşılaşılmaması bir tesadüf müdür?
Osmanlı’da genelleşmiş yani eğitim ve öğretim aracılığıyla toplumun hemen tamamını kapsayan bir İslam felsefesinden söz edilebilir mi? Bu felsefenin çok küçük bir seçkinler topluluğunun tekelinde olduğu ve toplumun da bundan pek haberdar olmadığı söylenebilir. Ayrıca yukarıda yapılmış olan sanat açıklaması Osmanlı’da İbn Haldun ötesine geçebilmeyi başarabilmiş metafizik bir açıklamanın bulunmaması nedeniyle hiçbir şekilde sorgulanmamıştır. Sanatın bir zanaat olarak algılanmasının temel nedeni budur. Doğayı, yaşamı, dünyayı, düzeni sorgulamayan bir düşüncenin bunu yapanların taklitçisi olması kaçınılmazdır. Osmanlı düzeni Tanrısal bir düzen gibi değişmezlik ilkesi üzerine oturduğundan zihinsel düzeyde ‘değişmeyen’ ve değişmeyeceği düşünülen bir düzenin sorgulanması da söz konusu olamazdı.
Cumhuriyet böyle bir mirası devralıp, kendi doktrinini ürettikten sonra biçim içerik ilişkisinde, ne yazık ki, önemli bir sıçrama gerçekleştirememiştir. Cumhuriyet’in ilk kuşağı muazzam bir entelektüel çaba harcamasına karşın arkadan gelenlerin aynı çabayı gösterememeleri sonucunda Cumhuriyet özgün, modern bir felsefi ve estetik anlayışa sahip olamamıştır. Cumhuriyet dönemi kent mimarisi ve günümüze daha yakın bir araç olan televizyon bu durumun en somut kanıtları arasında yer almaktadır. Oysa tüm sanat dallarını derin araştırmalar yapmaya itebilecek bir baskı (toplumsal, politik ve ekonomik) ve sansür ortamı varken, bu ortam insanların (yine istisnalar hariç) sinme ve araziye uymalarına yol açmış gibidir. Özellikle 1940’lı yıllardan bugüne ‘sanat’ alanında toplumsal gerçeklikte bir karşılığı olmayan ideolojilere uygun ürünler vermiş olan insanların çalışmalarından bugüne nelerin kalmış olduğuna bakmak gerekmektedir. Bugüne kalmayı başarabilenlerinse hangi özelliklere sahip olduklarının araştırılması gerekmektedir.
Son on beş, yirmi yıla gelince pek çok sanat dalında niceliksel açıdan muazzam bir gelişme görülmekle birlikte nitelik açısından herhangi bir gelişmeden söz edilememektedir. Bu döneme damgasını vuran televizyon adlı araca bir göz atmak bu olguyu tespit etmek için yeterlidir. Özellikle ticari televizyon kanallarının ortaya çıkmasıyla yaşanan toplumsal kültürel süreç felsefeden yoksun bir estetik ve sanattan yoksun bir toplum konusunda önemli ipuçları sunmaktadır. Bu televizyon kanallarına bakıldığında biçim içerik ilişkileri açısından neredeyse Osmanlının gerisine düştüğümüz bile söylenebilir zira Osmanlıda en azından kentlerde yaşayan insanlar açısından içeriksiz de olsa bir güzellik anlayışından söz edebilmek mümkün görünmektedir. Oysa günümüz Türkiye’sinde televizyon kanallarından yola çıkarak yapılacak bir estetik çözümlemenin tam bir kaosla sonuçlanacağı söylenebilir. Bu açıdan televizyonda özellikle ‘sanatsal’ niteliklere sahip olduğu söylenen yerli dizi, film ve benzeri şeylerin büyük bir çoğunlukla Cumhuriyet dönemi gerisinde kalmış olan bir zihniyetin ürünü oldukları söylenebilir. Modern bir aracın, ilkel bir zihniyete nasıl hizmet edebileceğini gösteren örnekler her gün bu kanallarda art arda sunulmaktadır. Evrim, gelişme, çağdaşlık gibi modern terimlerle bağlantılı bir şekilde tartışacak olursak televizyon dizilerinin büyük bir çoğunluğunun çağdışı, ilkel bir zihniyete hizmet ettikleri söylenebilir.
Bu diziler hangi felsefi ve estetik yaklaşımın ürünüdürler ve topluma nasıl bir sanat kavramı sunmaktadırlar? Buna karşın bu toplum nasıl bir toplumdur ve kendilerine sunulanı nasıl algılayıp, yorumlamaktadır?
Buradaki ilkel zihniyetin bundan yaklaşık iki yüzyıl önce Schopenhauer’in açıklamasını yaptığı dünya ve sanat anlayışına oldukça ‘yakın’ olduğu söylenebilir. Bu Alman felsefeciye göre dünya : Beynimizin bir rüyası, saçma bir istenç(irade) ürününden başka bir şey değildir. İnsanlığın elinde acısına bir son verebilmek için salt seyre dalma sayesinde bizi eylemden kurtaran sanat ve istenci yatıştıran merhamet ahlakı vardır.
Bu durumda Türkiye toplumunun saçma sapan bir yere dönüştürdüğü bu ülkede kendi düşüncesizliği ya da bilinçsizliği yüzünden çektiği acıları hafifletebileceğini sanarak dünyada en çok televizyon izleyen birkaç ülkeden biri haline gelmiş olduğu söylenebilir mi? Bir başka deyişle televizyon bir anlamda insanların kendilerine ve çevrelerine zarar verecek davranışlarda bulunmalarını (onları kendine bağladığı zaman dilimleri içinde) belli bir ölçüde engelleyen bir araç gibidir. Burada görüntülerin gerisindeki dünyayı algılamak, sorgulamak gibi bir sorunu olmayan bu seyircinin/izleyicinin sanat kavramıyla da herhangi bir ilişkisi olamaz. O ekran yüzeyindeki görüntülere takılan, bunların gerçeklikle olan ilişkileriyle çok da ilgilenmeyen; ekranın yüzey(selliğ)iyle amaçsızlıktan kaynaklanan bir boşluk duygusundan kaçabilmek için özdeşleşmenin yanı sıra sorun, sıkıntı, acı, işlediği suçlar ve günahların yol açtığı vicdan azabını geçici olarak askıya almaya çalışan bir varlıktır. O kadar. Onun olsa olsa güzellikten çok cinsellik ve şiddet çağrıştıran fiziki güçle bir ilişkisi olduğu; sonuç olarak her ikisinin de iktidar/iktidarsızlıkla ilişkili konular olduğu söylenebilir.
Schopenhauer’in muhtemelen soylu insan ve sanat arasında öngördüğü ilişki modernleşmiş ya da modernleşme peşinde koşan toplumlardaki kitlelerle sanat arasındaki ilişkiyi had safhada düzeysizleşmektedir. Zira Schopenhauer’de sanat bir tür arınma aracıyken, günümüz televizyonu bir uyu(ş)t(ur)ma aracına benzemektedir. Bir başka deyişle arınma yoktur, burada sonsuza dek sürebilecek bir kirlenmeden söz edebilmek mümkündür.
*
Bütün bu karmaşıklığın önemli nedenlerinden biri de Tanzimat’tan günümüze süre gelen taklitçiliğin, günümüz Türkiye’sinde sanatla ilgilenen, uğraşan insanları içine düşürmüş olduğu açmazdır. Bu ülkede günümüz itibarıyla bir sanat ya da çağdaş sanat tanımı bulabilmek ya da yapabilmek neredeyse olanaksız bir şeydir. Çünkü bu ülkede yaşayan ve sanatla ilgilenen insanlar belki de ilk kez, Modern toplumlarla Türkiye gibi bir ülke arasında tarihsel ve toplumsal süreç farklılığı denilen şeyin bilincine varır gibidirler. Dolayısıyla özgünlük bize rağmen kendini dayatmaya başlamışa benzemektedir. Bundan kaçış yok gibidir. Özgün bir sanat felsefesi üretebilmek için özgün bir sanat; özgün bir sanat üretebilmek içinse özgün bir felsefe üretimi kaçınılmaz gibidir. Tam da bu noktada Jean Baudrillard’ın, bu sürecin kaçınılmazlığı konusunda bize önemli bilgiler sunduğu görülmektedir.
Bu düşünür artık modern sanat [1] diye bir şey yok demektedir.
Modernleşme, gerçekliğin basit unsurlarına indirgenerek, önce empresyonizm sonra da deneysel açıdan her türlü algılama, duyarlık, nesne yapısı ve biçimsel parçalanmaya açık soyutlamanın ayrıntılı çözümlemelerinin yapıldığı, bir altın çağ olarak değerlendirilebilir. (s.89)
Nesneyi figüratif zorunluluklardan kurtarıp yalnızca bir biçim olmaya itmenin, analitik açıdan ters ve tuhaf denilebilecek bir biçimde hipergerçek bir evrene doğru gidilmesine yol açtığını ve sanatın genel bir estetikleştirme adı altında bütün gerçekliğe el koymuş olduğunu söylemektedir.
Baudrillard:
Bu hikayenin sonunda sıradanlaşmış bir sanatla dünyanın sıradanlığı birbirine karışmaktadır. Bu sonun başlangıç noktası otomatik nesne transferi adı altında Duchamp tarafından (ironik bir şekilde) dile getirilmiştir. Her türlü gerçeklik estetik alanın içine çekilerek estetik her alanda genel geçer bir boyuta dönüştürülmüştür… (s.90)
Bugün bize sanatın bir özü olduğunu kanıtlayabilecek kişi bir mucize başarmış olacaktır. Günümüzde sanat yalnızca sanat dünyasında kendisinden söz edilen bir şeye dönüşmüştür. Sanat dünyasını oluşturan bu cemaatse sanat ve sanatçıya doğru bir şekilde yaklaşmamaktadır. Bu dünyada “yaratıcı” eylem bir yaratıcı eylem göstergesinden başka bir şeye benzememektedir. Yalnızca göstergelerden ibaret gerçekte var olmayan bir sanat.
…Seyirci, çoğunlukla hiçbir şey anlamadığı bu sanat kültürünü önemsiz bir şey gibi tüketmektedir. Seyirci hiçbir şey anlamaması gerektiğini anlamakta, önüne konanlara hiç gerek olmadığını, önemli olan tek şeyin kültür adlı dayatma yani kültür adlı entegre devreye bağlılık olduğunu kavramaktadır…
Sanat fikri kavramsal sanatta minimal düzeye inmekte ve iş sanatsal-olmayan-yapıtların galeri-olmayan mekanlarda sergilenmemesine kadar gitmektedir (s.90-91) demektedir.
Modern sanat konusundaki eleştirisini sürdüren yazar:
Yalnızca bir biçime sahip olan sanatın hiçbir anlamı yoktur. Bu sanat hiçbir şey ifade etmeyen bir göstergeye benzemektedir…
XIX. yüzyıldan bu yana sanatın yararlı olmak gibi bir derdi olmamıştır. Hatta bu özelliğiyle övündüğü bile söylenebilir…
Bu ilke biraz zorlandığında yararsız hale getirilen her nesne bir sanat eserine dönüştürülebilir. Nesneye işlevini yitirtip, üzerinde hiç oynamadan, müzelik bir nesneye dönüştüren ready-made’de zaten bundan başka bir şey yapmamaktadır. Gerçeği yararsız bir hale getirdiğiniz andan itibaren onu bir sanat nesnesi, sıradanlığın o yok edici estetiğinin oyuncağı haline getirmiş olursunuz…
Yararsızlık mantığı çağdaş sanatın –kendisi de tanımı gereği yararsız olan- bir atığa/çöpe benzetilmesine yol açmaktan başka bir seçenek sunamazdı. Bu bir saplantıyı andıran atık/çöp figürasyonu aracılığıyla sanat inatla yararsızlığını sergilemeye çalışmaktadır. Bir yandan çok pahalıya satılırken bir yandan da yalnızca kullanım-değeri-olmayan bir şey değil aynı zamanda değişim-değeri-de-olmayan bir şey olduğunu göstermeye çalışmaktadır…
Buradaki paradoks şudur: sanat giderek karmaşıklaşıp, giderek bir hiçe dönüştüğü ölçüde maddi bir değere sahip olmakta hatta değeri artmaktadır…
Bu durumda çağdaş sanatın hiçbir işe yaramadığını ve bütün bunların bir anlamı olmadığını söylemek saçmalıktır. Zira bu sanatın temel işlevi hiçbir işe yaramamaktır. Bu işlev sayesinde bize kendi yararsızlık ve anlamsızlığımızı göstermektedir.
Sonuç olarak bu yararsız işlevin bir işlevi var mıdır?
Bu yararsızlığın işimize yaradığı yerler var mıdır?
Bizi iktidar sorumluluğundan kurtaran politikacılar gibi, çağdaş sanat da sunduğu anlamsızlıkla bizi anlamın egemenliğinden kurtarmaktadır. Hızla yaygınlaşmasının nedeni bu olabilir. Her türlü estetik değerden bağımsız bir şekilde anlamsız ve yararsız olduğu ölçüde gelişme göstermektedir. Tıpkı politikanın her türlü temsil ve inanılırlığını yitirmiş olduğu ölçüde varlığını sürdürebilmesi gibi.
Kimi önerilerde ileri sürüldüğü üzere sanatın işlevi yaşamı sanattan daha ilginç bir hale getirmekse, bu durumda bu yanılsamaya bir son vermek gerekmektedir. Zira mevcut güncel sanatın büyük bir bölümünün imge ve düşselin yanı sıra estetiği de geri getirmeye, kendisinin bir imge olduğunu kanıtlamaya çalıştığı ancak bu girişimlerin çoğu kez başarısızlıkla sonuçlandığı, bu durumun ise sanat dünyasında genel bir melankoliye yol açtığı ve bu dünyanın kendi tarihi ve kalıntılarının geri kazanımıyla hayatta kalmaya çalıştığı söylenebilir.(s.92,94,95,96)
Görüleceği gibi sözcüğün genel anlamında Türkiye sanatsız bir toplum olma konusunda yalnız değildir ancak yaşanan süreçler farklıdır. Neredeyse birbirinin tersidir. Henüz sanat aşamasına geçemediği için sanatsız bir toplum olan Türkiye toplumuyla belli bir sanat anlayışının yaklaşık iki yüzyıllık bir var oluş sürecinden sonra sona ermiş olduğu Modern toplumlar görünüşe göre aynı noktada buluşmuş gibidirler. Burada avantajlı durumda olan Türkiye’dir ancak bu avantajının farkına varması ve ölmüş bir (Modern) sanat anlayışının ve sanatın önünü tıkamasına müsaade etmemesi gerekmektedir. Türkiye yepyeni bir sanat perspektifi oluşturabilecek kapasiteye sahiptir ancak yaşamın hemen tüm alanlarında olduğu gibi bu alandaki güç ve enerjisini de boşuna israf etmekle meşguldür.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Le Pacte de Lucidité ou la Transparence du Mal, J. Baudrillard, Galilée, Paris, 2004. “Kendi Kendinin…Çağdaşı Bir Sanat” s.89-96
«« listeye dön