İLKEL İNSANDA RUH ANLAYIŞI
Lucien Levy-Bruhl
Doğu Batı Yayınları, Haziran 2006, Ankara.
http://www.dogubati.com/default.aspx
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ : İlkel insanlara göre bütün varlıklar türdeş öze sahiptir.
I. Dolaylı bir yönteme başvurma gerekliliği
II. Şagalar’da arıcılara özgü ritler
III. Kaya ve taşlara atfedilen gizemli güçler
IV. Gizemli güçler deposu olarak görülen bitki ve ağaçlar
IV. İnsan ve hayvan arasında önemli bir fark bulunmadığı düşüncesi
IV. Yarı-insan, yarı-hayvan efsanevi varlıklar
BİRİNCİ KİTAP
BİRİNCİ BÖLÜM
1. Birey ait olduğu grupla dayanışma içindedir
1.I. Bitki ya da hayvan türlerine özgü ilke ya da büyülü güçler
1.II. Bölünmezlik bireye değil gruba ait bir özelliktir.
1.III. Melanezya dillerinde son ek halini alan şahıs zamiri
1.IV. “Grup akrabalığı”, sınıflandırıcı aile düzeni
İKİNCİ BÖLÜM
2. Sosyal grup üyelerinin kendi aralarındaki dayanışma
2.I. Aynı gruba ait üyeler arasındaki fizyolojik hattâ organik
denilebilecek dayanışma anlayışı
2.II.Tek kimliğe sahip oldukları söylenebilecek kardeşler
2.III. Evlilik, grup içi işler, iki aile arasında yapılan sözleşmeler
2.IV. Kan davası ilkesi
2.V. Toprak kişiye değil gruba aittir
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
3. Bireysellik unsurları ve sınırları (a)
3.I. Öznenin ortaya çıkmasını engelleyen güçlükler ve önlemler
3.II. Bireyle özdeşleştirilen/bütünleşen şeyler
3.III. Birey kişisel anlamda kendinin sahibidir
3.IV. Özdeşleştiği şeyler bireyin kendisi olarak kabul edilir
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
4. Bireyselliğin unsurları ve sınırları (b)
4.I. Böbrek yağı
4.II. “Ruh” ve “Gölge” sözcüklerinin yol açtığı anlam karmaşası
4.III. Codrington’a göre bireyin ikizi
4.IV. Maori’lerde bireyin ikizini canlandıran terimlerle ilgili açıklama
4.V. Bireye ait gölge, imge ve yansımanın kişinin kendisi olarak kabul edilmesi
BEŞİNCİ BÖLÜM
5. Bireyin ikili konumu ve iki ayrı varlık olarak kabul edilmesi
5.I. Hindistan’ın Kuzey-Doğu’sunda yaşayan Nagalar’da bedensel dönüşüm inancı
5.II. Mali takım adaları, Batı Afrika, Peru, vs. benzer inançlar
5.III. Hayvan bedeninin biçimini alabilen kadın ve erkek büyücüler
5.IV. Sıradan insanlarda bireysel(tek)/iki farklı varlık olma özelliği
5.V. Kimi hayvanların tek/iki ayrı varlık olarak görülmesi
5.VI. Yeni doğan bebeğin iki ayrı varlık olarak görülmesi
ALTINCI BÖLÜM
6. Bireyde içkinleşen grup
6.I. Aranda ve Loritja’larda totemsel inanışlar (Orta Avustralya)
6.II. Batı Afrikalı Eve ve Tişi’lerde Kra
6.III. Aşanti’lerin Ntoro’su
6.IV. Bantu’larda karşılaşılan benzer inançlar
6.V. İlkel insanda bizimkinden değişik olan bireysellik anlayışı
İKİNCİ KİTAP
BİRİNCİ BÖLÜM
2.1. Bireyin yaşamı ve ölümü
2.1.I. Küçük çocuğun bir varlık olarak kabul edilmemesi
2.1.II. Çocuğa isim verilmesi
2.1.III. Yaşlılara gösterilen saygı
2.1.IV. Bir ölüm olayının gerçekleştiği ilk günlerde, ölümün bulaşıcı bir
hastalık gibi hissedilmesi
2.1.V. Bir ölüm olayının grupta yol açtığı kargaşa
İKİNCİ BÖLÜM
2.2. İnsan öldükten sonra nasıl yaşar
2.2.I. Ölüm sonrası yaşama olan evrensel inanç
2.2.II. Ölü yaşamaya devam ediyor ancak bunu başka bir yerde yapıyor
2.2.III. Ölüyle özdeşleştirilen şeyler
2.2.IV. Birey öldükten sonra da kişisel mallarının sahibi olmayı sürdürüyor
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2.3. Ölülerin ikili konumu ve iki ayrı yerde aynı anda bulunabilme özellikleri (a)
2.3.I. Ölüyü etkileyebilmek için cesedin etkilenmeye çalışılması
2.3.II. Büyücünün cesedi yakılmalıdır
2.3.III. Görünüşte yaşayan ölüler
2.3.IV. Yeniden yaşayan ölüler
2.3.V. Ölülere sunulan armağanlar
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
2.4. Ölülerin ikili konumu ve iki ayrı yerde aynı anda bulunabilme özellikleri (b)
2.4.I. Aynı anda iki ayrı yerde olabilen yeni ölü (Yeni-Gine )
2.4.II. Çeşitli hayvan görünümlerinde ortaya çıkan ölüm
2.4.III. Güney Afrikalı Bantu’larda yılan görünümünde ölüler
BEŞİNCİ BÖLÜM
2.5. Ölülerin içinde bulundukları koşullar ve son aşamada ölüye ne oluyor?
2.5.I. Öteki dünyanın zihinde tam olarak canlandırılması konusundaki
uyumsuzluk ve belirsizlik
2.5.II. Ölen kişi kabilesinin yanına gidiyor
2.5.III. Bekâr kişi öldüğü zaman (Bantular’da) ailesi tarafından
evlendirilip çocuk sahibi olabiliyor
2.5.IV. Ölüm sonrası yaşam ölümsüzlük demek değildir
2.5.V. Ölülerin kesin ölümü
ALTINCI BÖLÜM
2.6. Ruhun bir bedenden diğerine geçmesi
2.6.I. Mackenzili Eskimolar’da ruhun bir bedenden diğerine geçmesi
2.6.II. Bering Boğazı’nda yaşayan Eskimo’larda ruhun bir bedenden diğerine geçmesi
2.6.III. Bazı Bantu kabilelerinde ruhun bir bedenden diğerine geçmesi
========================================================
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ
İlkel toplumların tüm dünyada en eski atalara ait yaşantıları temsil ettikleri söylenebilir. Bu metinde yer alan bilgiler XVII. Yüzyıl başlarından XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar giden bir dönemi kapsamakla birlikte aslında binlerce yıldan bu yana hemen hiç değişmeden süregelmiş bir yaşantıdan kesitler sunmaktadır.
Abdülkadir İnan bize, örneğin, Yakutlarla ilgili olarak bin yıl farkla aynı toplumu betimleyen iki ayrı metin yan yana konulduğunda şaşırtıcı bir şekilde arada hiçbir değişikliğin bulunmadığını söylemektedir. Dünyaya bakışlarında değişiklik olmasının, atalara olan bağlılık ve inanç nedeniyle, neredeyse imkânsız olduğu bu toplumlara, Modern toplumlara özgü dünya görüşü/görüşleri doğrultusunda bakıldığında muhteşem bir cehalet ve zavallılık karşısında etkilenmemek mümkün değil.
M. Mauss’un dediği gibi, Lévy-Bruhl, ilkel toplumlara yönelik diğer metinlerinde olduğu gibi burada da bu insanlarla Modern toplumlar arasındaki düşünce, zihniyet farklılıklarını ortaya koymaktadır.
Dünyanın beş kıtasında birbirlerinden onbinlerce kilometre uzakta yaşayan insanlar hakkında gerek misyonerlerin, gerekse araştırmacı, antropolog ve etnologların yapmış oldukları çalışmalardan yola çıkan bu metinde yazar: İlkel insanlarda tek tanrılı dinlere özgü (Hıristiyanlık, İslâmiyet ya da Yahudilik) ya da benzer bir ruh düşüncesi ya da anlayışı bulunmadığını kanıtlamaya çalışmaktadır. Bunda çok büyük ölçüde başarılı olmuş olduğu söylenebilir. Derinlemesine herhangi bir çalışma yapmadan ve tarihsel süreç farklılıklarını göz önünde bulundurmadan, insanlığın bütün dünyada aynı ya da benzer düşünce yapılarına sahip olduğunu iddia edenler, bu türden derinlemesine bilimsel çalışmalar karşısında ya susmak ya da görüşlerini gözden geçirmek durumunda kalmışlardır.
Felsefeyle uğraşmakta olduğu bir sırada Lévy-Bruhl çapında bir bilim ve düşünce adamını ilkel toplumlara iten şey nedir? Neden onların zihinsel ve düşünsel yapılarını merak etmiş ve yaşamının önemli bir bölümünü buna adamıştır? Bilebildiğimiz kadarıyla 1900’lü yılların başlangıç döneminde Durkheim-Mauss ekolü[1] gerek Fransa gerekse dünyada çok etkili olmuştur. Türkiye’de Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk, Abdülkadir İnan ve daha sonra Doğan Avcıoğlu gibi insanlar bu ekolün çalışmalarıyla ilgilenmiş hattâ Marcel Mauss’un evrensel özellikler taşıyan “Armağan” başlıklı denemesi 1934 yılında İstanbul Üniversitesi Yüksek İktisat Mektebi (sayı 18) tarafından (Sadri Etem/Ertem çevirisi olarak, “Hibe” başlığıyla) yayımlanmıştır.
Bu ve benzeri çalışmaların en önemli özelliklerinden biri, birbirlerinden onbinlerce kilometre uzakta (farklı kıtalarda) yaşayan ve ne ataları ne de konuştukları dillerin birbirleriyle hiçbir ilişkisi bulunmadığı insan topluluklarında birbirinin kopyası sayılabilecek inanç ve düşüncelerin mevcudiyetidir. Örneğin:
“Bir yerli seyahate çıktığında ya da yabancı bir çiftlikte yemek yediğinde, yemiş olduğu yemeğin kırıntılarını, muzların kabuklarını ya da çiğnediği biberin kalıntılarını büyük bir ihtimamla kolunda taşıdığı bir torbaya koyup, beraberinde götürür ve yakar.”[2] Olayı anlatan misyoner şunları eklemiştir: “Yeni-Mecklembourg’luların (Afrika) kafa yapısına göre insanın yedikten sonra bıraktığı yemek artıklarıyla kendisi aynı varlıktır. İşte bu yüzden yerliler di te ru ra (yemeğimden arta kalanları) değil di te ra iau (beni topladılar) demektedirler.” Mecaz ifadeyle hiçbir ilişkisi olmayan çarpıcı bir dışa vuruş biçimi. Diğer aidiyet biçimleri gibi yemek artıkları da birebir yerli bireyin kendisi gibi algılanmaktadır.
Aynı yaklaşım, sahipleri tarafından giyilmiş ve ter izi taşıyan giysiler için de geçerlidir. Örneğin Kiwai adasında (Papua Yeni-Gine): “Bir gün balık avından dönen genç kızlar Baidam’ın evinin önünden geçerken danslar sırasında kullandıkları yapraklardan toplarlar ve bu yaprakları eteklerinin içine koyup, evlerine yatmaya giderler. Baidam’ın yaymış olduğu “koku” hepsini hamile bırakır.”[3] Madagaskar adasında da benzer bir inançla karşılaşılmaktadır: “Kızı, babanın “lamba”sını taşıyamaz; tıpkı kız kardeşin erkek kardeşin “lamba”sını taşıyamaması gibi.”[4] Baghirmi’de (Afrika): “Kozamlar Hemat adlı daha büyük bir aşirete bağlıdırlar. Efsaneye göre bunların kökenleri Mekke’ye evlenecek yaşa gelmiş bakire kızıyla giden Arab-el-Uemit’e dayanmaktadır. Üzerinde taşıdığı bez parçası kızın vücudunu tamamıyla örtmediği için, adam kızına kendi pantolonunu verir. Bir süre sonra bakire kız bu yüzden hamile kaldığını fark eder. Bir oğlu olur ve babasıyla birlikte götürüp çocuğu bir dağ başına bırakırlar.”[5] (İ.İ.R.A..s.79)
Metinde bu türden pek çok örnek vardır[6]. Buna karşın insanlar ve hayvanlarda evrensel bir şekilde var olduğu düşünülen çocuk sevgisinin ilkel insanlarda geçerli olmayabileceği görülmektedir:
Bu çok yaygın inanca göre, yeni doğmuş çocuk yarı yarıya doğmuş bir varlıktır. Henüz ruhlar dünyasından tamamıyla kopmamıştır. Bu yüzden bu toplumlarda yeni doğmuş çocuk öldürme olaylarıyla çok sık karşılaşılmaktadır. Bizi ayağa kaldıracak böyle olaylara karşı tepkisiz kaldıkları görülmektedir[7]. “Bu uygulamayı, insandaki ve hayvandaki çocuk sevgisinin kalbe kazınmış olduğunu söyleyen düşünceyle nasıl uzlaştırabileceğimi bilemiyorum. Bu barbarlar bize bu sevginin içgüdüsel olmadığını göstermektedirler[8].” Ancak onların gözünde bebeği ortadan kaldırmak onu öldürmek anlamına gelmiyor çünkü henüz gerçekten doğmamış olduğunu düşünüyorlar. Yalnızca bu türden düşünce biçimleri misyoner Williams’ın aktardığı soylu bir Fijilinin tuhaf davranış biçimini açıklayabilir: “Tokanaua, son Mbua savaşında, 1844 yılında öldürülmüştür. Geride küçük yaşlarda bir erkek ve kız çocuğu bırakmıştır. Çocukların annesi boğazlanmış ve kocasıyla birlikte gömülmüş olduğundan kendilerine bakacak birilerine ihtiyaçları vardır. Öksüzler Tokanaua’nun ağabeyine götürülür. Adam çocuklara süt anne bulur. Ancak bu çözüm zamanla pek hoşuna gitmez. O sırada eşi doğum yapar. Karısıyla birlikte kendi çocuklarını öldürüp, onun yerine kardeşininkileri alarak onlara annelik yapması konusunda anlaşırlar[9].(İ.İ.R.A..s.150)
Özetle “İlkel İnsanda Ruh Anlayışı” Türkiye gibi antropoloji ve etnolojiye mesafeli bir okuyucuya sahip bir ülkede çok şaşırtıcı ve düşündürücü bir metin olarak değerlendirilebilir. Öte yandan çalışmada sözü edilen çok değişik bölgelere özgü dillere ait terim ve sözcükler zaman zaman kafa karıştırıcı hale gelebilmektedir. İlkel insanın basit bir kafa ya da düşünce yapısına sahip olduğunu sananlar mevcut karmaşa karşısında şaşkınlığa düşebilir. Lévy-Bruhl, ilkel toplum kavramlaştırmayı bilmeyen, kavramlardan bihaber bir toplumdur demektedir. Başvurduğu hemen bütün ciddi misyoner gözlemciler ruh gibi soyut bir kavramın ilkel insanlara aktarılamadığını, onu anlatıp, açıklamanın neredeyse imkânsız bir şey olduğunu söylemektedirler. Böyle bir saptama bile tek tanrılı dinlere özgü kavramların o toplumların ne kadarına gerçekten ulaştığı sorusunun sorulması için yeterlidir. En azından Türkiye gibi ülkelerde mevcut durum tek tanrılı dinler öncesine ait pek çok özellik, gelenek, görenek ve törenin bu dinlere mal edilerek günümüze kadar sürdürülmüş olduğudur. Kendi adıma ilkel insanı ne kadar iyi anlarsak dünya toplumları ve kendimizi de o kadar iyi anlayabileceğimizi sanıyorum.
İzmir, Mart 2006
Not: Yüzlerce yerli terim ve sözcüğün yer aldığı, bu oldukça zaman alıcı metin boyunca bizi en çok yoran sözcük “esprit” olmuştur. Kimi zaman “tin” kimi zaman “ruh” olarak çevirmek durumunda kaldığımız bu sözcükle ilgili tereddüt çoğunlukla araştırmacıların kararsızlıklarından kaynaklanmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Durkheim ve Mauss Marksist bir perspektivden gelmelerine karşın zaman içinde Marksist doktrinin evrensel geçerliği konusunda kuşkuya düşerek –pek çok başka entelektüelle birlikte– başta ilkel toplumlar olmak üzere dünyanın diğer toplum ve kültürleriyle ilgilenmeye başlamışlardır. Marx’ın ve Freud’un şöhretlerinin zirvesinde oldukları bir dönemde ne yazık ki seslerini pek fazla duyan olmadığı gibi, dışlanmış ve hakarete uğramışlardır. Oysa Durkheim bu çalışmalar sonucunda, eğitim alanında, (Modern Birey anlayışı konusunda) Marx’la-Freud arasındaki uzlaştırıcı sentezi gerçekleştirerek hem Fransa hem de başka Avrupa ülkelerindeki ulusal burjuvazilerin bu modeli benimsemelerinde önemli bir rol oynamıştır. Mauss ise Marx’ın keşfedemediği evrensel insani ortak paydaları keşfetmiştir.
[2] P.G. Peekel, Religion and Zauberei auf dem mittleren Neu-Mecklembourg, s. 102
[3] G.Landtman, The Folktales of the Kiwai Papuans, s. 268
[4] R. Decary, Notes sur les populations du district de Maromandia, Revue d’Ethnographie et des traditions
populaires, 1924, no 20, s.355
[5] Devallee, Le Baghirmi, Recherches Congolaises, VII (1925), s. 20
[6] Bu ve benzeri çalışmaların ortaya koyduğu bir gerçek varsa, o da, insanlığın kültürel, zihinsel ya da maddi ve manevi gelişmesini tek merkezli olarak gören düşüncenin geçerliliğine kesin bir şekilde son vermesidir. İnsanlığın yarattığı uygarlık ve kültürlerin kökeninde şu ya da bu toplum yoktur zira insanın kafa yapısı dünyanın hemen her yerinde, benzer koşullar altında benzer bir şekilde biçimlenmişe benzemektedir. Esinlenmeler, özümsemeler, alıntılar muhakkak olmuştur ancak beş kıtada yaşayan insanların zihinsel/kültürel biçimlenmesi öncelikle o coğrafyada gerçekleşmişe benzemektedir.
[7] Bak. Les fonctions mentales dans les sociétés inférieures, s403-406
[8] F. de Azara, Geografia fisica y esferica del Paraguay (éd. Schuller), s.393-394
[9] Th. Williams, Fiji and the Fijians, I, s.131
=========================================================
«« listeye dön