MEDENİYETLER VE DÜNYA DÜZENLERİ
Uluslararası Sempozyum , 12-14 Mayıs 2006, İstanbul.
KENDİ KENDİNE MEYDAN OKUYAN İNSANLIK!
Doğa meydan okuma bilincinden yoksundur. Onda olsa olsa programlanmış/genetik bir meydan okuma biçiminden söz edilebilir. Bu program özellikle üremeyle ilgilidir. Örneğin çeşitli maymun topluluklarında genellikle karşı cinsleri değil, erkekleri kapsayan bir olgudur. Bir erkeğin grup ve gruba ait dişilerin hakimi olabilmek amacıyla tüm diğer güçlü erkeklerle mücadele ederek liderliğini kabul ettirmesiyle noktalanan bir süreçtir. Bir kez grubun lideri belli olduğunda, grup daha sakin ve huzurlu bir yaşam sürdürmeye başlamaktadır. Ancak liderin güçten düşmeye başlamasıyla birlikte genç ve güçlü erkekler onun liderliğini sarsma(meydan okuma), alt edip yerini alma girişimlerinde bulunmaktadırlar. Sonunda aralarından biri bu işi başarmakta ve grup yoluna devam etmektedir. Bu bir tür ritüel gibidir. Burada yaşanan süreç bilinç dışı olup hayvanlar içgüdüleriyle hareket etmekte ve mücadele cinsel üreme alanıyla sınırlı kalmaktadır. Bunun dışında açlık ve başka hayvanlar tarafından tehdit edilmek de, belki, benzer bir meydana okumaya yol açabilir.*
Oysa insanlar yaşamın belirli bir alanıyla sınırlı olan bu olguyu kendi toplumsal yaşamlarının tüm alanlarına, hem cinslerle karşı cinsleri içine alacak şekilde, genişleterek kültürün ayrılmaz bir parçası haline getirmiş gibidirler. En azından binlerce yıldan bu yana meydan okumanın evrensel bir olgu olduğunu ve kendisiyle dünya üzerinde yaşayan tüm topluluklarda karşılaşıldığını biliyoruz. Meydan okuma durduk yerde kendi kendine ortaya çıkan zihinsel bir eylem midir? İnsanlar neden meydan okuma ihtiyacı duymuşlar, günümüz dünyasında neden böyle bir ihtiyaç duymayı sürdürmektedirler.
Her şeyden önce meydan okumak için biri özne biri nesne olmak üzere iki kişiye, iki tarafa ihtiyaç vardır. Bu ikili süreç olmadan meydan okuma gerçekleşememektedir. Meydan okumayı güçlünün güçsüzü rezil etmek ve üstünlüğünü göstermek gibi bir şey olarak düşünmek son derece yanlıştır. Bu olabilecek en ilkel ve doğadakine en yakın olan meydan okuma biçimidir. Zira kültürel/zihinsel bir boyuta sahip meydan okuma biçimleri çok daha karmaşık olabilmektedir.Örneğin, gündelik yaşamda binlerce yıldan bu yana kadın erkek ilişkisi (çoğu kez) dolaylı bir meydan okuma ilişkisi olmuştur. Bu meydan okuma biçiminin aracı genellikle baştan çıkartmadır. Bir nesne konumunda bulunan 'zayıf' kadın 'güçlü' erkeğe önemli olanın beden değil, ruhun ya da beynin ele geçirilmesi olduğunu gösterdiği takdirde olay zihinsel bir bağlama kaymakta ve oyunun kuralını fiziksel güçlülük/güçsüzlük değil bir zekâ ve irade mücadelesi belirlemektedir. Böyle bir oyun kuralına boyun eğildiği andaysa salt fiziksel güç üzerinden meydan okuma anlamını yitirmektedir. Burada masallarda çok sık karşılaşıldığı üzere, kadın, erkeğin kendisini gerçekten isteyip istemediğini anlamak amacıyla pek çok engeli aşması ve bir çok sınavı başarıyla vermesini istemektedir. Bütün engelleri aşan ve sınavlardan geçen erkeğin kendisini sevdiğinden emin olduğunda ona teslim olmaktadır. Erkek, hoşlandığı ya da sahip olmak istediği kadının önüne çıkarttığı engelleri bir meydan okuma olarak görmekte ve nedense kadının bu tavrı onu baştan çıkartmaktadır. Erkeğin, kendini ulaşılmaz gibi gösteren kadına sahip olabilmek için önüne konulan engelleri aşma girişimi daha büyük bir meydan okuma olarak değerlendirilebilir. Erkek kahraman başarılı olduğundaysa kadına teslim olmaktan başka bir seçenek kalmamaktadır zira kendisine ulaşmak için ölümcül tehlikeleri göze almış bir erkeğe karşı başka türlü davranmak mümkün değildir. Erkek bu engelleri aşamayıp, yenildiği yani öldüğü zaman bile kadının gönlünde bir yer edinebilmektedir. Çünkü kadının meydan okumasına karşılık vermiş ve onun uğruna canından olmuştur.
Kara sevda türündeyse kadın ve erkek birbirlerine olan sevgilerini yani kimin kimi daha çok sevdiğini gösterebilmek için işi, bir tür açık artırmaya dönüştürerek, ölüme kadar götürebilmektedirler. Kim önce ölürse ötekini daha çok sevmiş olduğunu göstermekte ve bu meydan okuma geride kalan sevgilinin yanıt vermesini zorunlu kıldığı için, o da, yaşamına bir son vermektedir. Bu yaşama son verme zorunlu olarak fiziksel bir ölme şeklinde olmayabilmektedir. Melodramlarda da karşımıza çıktığı üzere yaşam boyu bir başka erkekle birlikte olmama, kendini herhangi bir insani amaca adama, vb şeyler de bir tür (simgesel) ölme biçimi olarak kabul edilebilir. Burada meydan okuma zihinsel ve duygusal bir süreç olup, sınır tanımayan bir karşılıklılık ilkesi üzerine oturmaktadır. Bir sınır çizgisinden söz etmek gerekirse bu çizginin ölümden geçtiği söylenebilir. Gerçek meydan okumalar bu türden meydan okumalar olup, diğerlerini bir tür aldatmaca, kandırmaca olarak görebilmek mümkündür. Kadın erkek ilişkisinde görüldüğü üzere belirleyici unsur herhangi bir dini inanç değil arzu, sevgi, kıskançlık türünden duygulardır.
Tarih'te bu ikisinden başka meydana okuma tipleriyle karşılaşıyor muyuz? Bu konuda verilebilecek örnekler var mıdır? Örneğin, Kitle ve İktidar adlı çok önemli bir metnin yazarı olan Elias Cannetti gibi çağdaş bir düşünür bu olguyu, bu perspektif doğrultusunda değerlendirmemektedir.
İlkel toplumları insanlık tarihinin başlangıcından bu yana en önemli gelenek, görenek, adet ve töreleri günümüze kadar yaşatan topluluklar olarak kabul ettiğimizde bir meydan okuma düşüncesiyle karşılaşılıp karşılaşılmadığına bakabiliriz. Bilindiği kadarıyla ilkel toplumlar tüm varlıklarını, yaşamlarını, sahip oldukları ne varsa hepsini atalarına ya da tanrılaştırdıkları atalara borçlu olduklarını düşünmektedirler. Birileri atalarına ait topraklara göz diktiği takdirde bu topraklar için canları pahasına savaşmak; başkaları ataların torunlarından herhangi birinin canını almaya kalkıştığı takdirde muhakkak öcünü almak durumundadırlar. Zira kan davası gütmedikleri takdirde bu kez atalarının kendilerine öfkelenip, yok edebileceklerine inanmaktadırlar. İlkel insanın atalarının yanı sıra tüm gizemli güçlerin kendisinden yana olduğuna inanmadan meydan okuyabileceğine inanmak güçtür. Ancak bütün bunları bir araya getirdikten sonra başkalarına meydan okuyup, savaşabilirler. Kabileler arası savaş aslında bir tür atalar arası savaştır. Kimin ataları güçlüyse onun torunları mücadeleyi kazanacaktır. Torunları savaşa itenler de çoğunlukla bu atalardır. Torunların düşlerine girerek, onlara çeşitli işaretler göndererek bu savaşları başlatmaktadırlar.
Bu konudaki tarihi örneklerden biri Marcel Mauss tarafından verilmiştir. Mauss, Ksenefon'un Bizans yakınlarında, eski Yunanistan'ın Kuzey bölgesinde yaşayan Trakyalılar ve özellikle Odrisler'de tespit ettiği kurumları "topyekûn(=total) yükümlülük sistemi" olarak nitelendirmektedir. Diğer bir adı Armağan Kültürü olan bu sistemle ilgili şöyle bir öykü aktarmaktadır. Trakyalı kral Sethes, Ksenefon ve ordusuna işbirliği yapmayı ve bunun karşılığında elde edilecek ganimeti paylaşmayı önerir. Ayrıca kızını Ksenefon'a vermeyi ya da kızı varsa onu Trakya usulü en yüksek değer üzerinden satın almayı, üstüne bir de Bizanteyi vermeyi teklif eder. Ksenefon ordusunu getirir ve Sethes'le anlaşır. Ancak anlaşmanın yürürlüğe girebilmesi için bir şölen verilmesi gerekmektedir. Ksenefon, Sethes'in verdiği şölene katılmak amacıyla Parion'dan bir kölesiyle birlikte gelir. Birden ortaya çıkan Maron'lu Heraklit adında biri konuklara Sethes'e ne kadar çok ve güzel armağanlar verirlerse, zafer kazandığında o kadar çoğuyla geri alacaklarını söyler. Bu arada Ksenefon'a, kral Sethes'e ne kadar büyük armağanlar verirse, karşılığında onun da kendisini o kadar kollayacağını söyler. Sethes'e at, köle, gümüş kupa ve bir halı, eşine kumaşlar armağan edilir. Yanında bir şey getirmemiş ve onur konuğu sandalyesine oturtulmuş olan Ksenofon'un canı bu duruma çok sıkılır. Biraz içmiştir. Ayağa kalkar ve: "Ey Sethes, ben sana kendimi ve sana sadakatle hizmet edecek bütün iyi arkadaşlarımı ve dostlarımı veriyorum, biz hepimiz senin insanların olmak istiyoruz" dedikten sonra kalbi (canını) ve ordusuyla birlikte, bir de bir krallık fethedip verme umudu taşıdığını söyler. Bu sözlerden hoşlanan Sethes ayağa kalkar ve Ksenefon'la birlikte kadeh kaldırır.
Mauss burada bir meydan okumadan söz etmektedir. Bu meydan okuma biçimi kendini kurban etme şeklindedir yani iş karşı taraf (dost, efendi,kral, yakınlar, vs) için canını vermeye kadar gitmektedir. Bu meydan okumaya daha büyüğüyle yanıt vermek olanaksızdır. Ancak siz de bu kişi için canınızı verirseniz durum eşitlenebilir aksi takdirde ona borçlanacağınız için cana karşı verilebilecek tüm armağanlar onun karşısında yetersiz kalmak durumundadır. Burada bir rekâbet, bir üstünlük duygusunun varlığını yadsıyabilmek mümkün değildir. Burada da az önce sözünü etmiş olduğumuz kadın erkek ilişkisine benzer bir durum vardır. Bir insanın, canını kendi uğruna feda edeceğini söyleyen, bir başka insanın bu yaklaşımı karşısında duygulanmaması yani baştan çıkmaması mümkün değildir. Özellikle de büyük ölçüde duygularıyla hareket eden ve sözün gerçeğin ta kendisi olduğu düşünülen bu türden toplumlarda . Burada Ksenefon, durumdan bihaber olduğu için hiçbir şey getiremediğini söyleseydi (ki böyle bir şey o toplumlarda mümkün değildir) bu yine bir tür meydan okuma olarak algılanabilirdi zira bir onur konuğunun ev sahibine hiçbir armağan getirmemesi olabilecek en büyük hakaret, aşağılama dolayısıyla da bir meydan okumadır. Tüm yaşamları itibar, prestij, onur, şeref, vb değerler üzerine kurulu olan bu toplumlarda itibar, onur, şerefle oynanması kabul edilemez bir durumdur. Dolayısıyla böyle bir olayın bir meydan savaşına dönüşmesi kaçınılmazdır. Burada aşağılanmayı kabul etmeyecek olanlar yine atalardır zira aşağılanmayı kabul eden yani atalarını, soylarını rezil eden bir torunu yanlarına kabul etmeleri söz konusu bile olamaz. Öyleyse burada meydan okuma erkeklik ya da fiziki güce dayalı bir davranış biçimi değildir. Fiziki güç, belki de, meydan okumadaki en son unsurdur.
Öte yandan bu toplumlar bireysellik kavramından yoksun bulunduklarından ve kendilerini bir bütünün parçası olarak gördüklerinden, davranışları da her zaman için kolektifin sorumluluk ve yükümlülüğündedir. Bir başka deyişle burada meydan okuma kişisel değil kolektif bir anlama sahiptir. Hatta yalnızca iki kişi karşı karşıya gelip boy ölçüşse bile bu iki grubun boy ölçüşmesi şeklinde algılandığından kazanan da kaybeden de kişi değil topluluktur. Bu toplumlarda ben=bizdir. Mauss'un sözünü ettiği "topyekûn yükümlülük sisteminde" herkes her kişinin hem grup içi hem de grup dışına yönelik her türlü davranışından sorumludur. Örneğin grubun bir üyesi herhangi bir suç ya da cinayet işlediğinde bunlardan kişi değil grup sorumludur. Dolayısıyla bir liderin bir başka lidere meydan okuması demek bir grubun bir başka gruba karşı meydan okuması demektir.
Burada liderlik unvanının hak edilmesi hem gruba hem dışa yönelik bir tür meydan okuma aşamasından geçilmesini gerektiriyor. Örneğin, içeride, grup eşitler arasından en uygun kişiyi bulmak durumundadır. Kutadgu Bilig bir lider ya da ordu komutanında bulunması gereken nitelikler arasında canını toplumu için feda edebilen, bütün malını mülkünü askere dağıtan, dost ve silah arkadaşlarına iyi bakan, onları her bakımdan doyurmayı saymakta ve bu kişinin asıl amacı kahraman olup dünyaya ün salmak olmalı demektedir (Kutadgu Bilig İncelemesi, s. 112, 135). Toplumun bu ve benzeri diğer istek, arzu ve taleplerini yerine getirmeyi ve bunu sürekli bir şekilde yapmayı taahhüt eden ve verdiği sözü yerine getirebilen kişiye toplum lider olarak boyun eğmektedir. Burada da kişi grubu için yalnızca canını vermek değil, kendi insanlarına karşı adil, onları aç bırakmayan ve bir baba gibi sahip çıkacak özelliklere sahip olmak durumundadır. Bu arada topluluk üyelerinin ataların grupta en çok sahip çıktığı ve destek verdiği kişiyi lider olarak seçtikleri söylenebilir zira bu toplumlar atalarının sahip olduğu gücü arkalarına aldıklarında her açıdan başarılı olacaklarına inanmaktadırlar. Çünkü ataların şanını yücelten, yüzünü ağartan bir lider onların yanına gittiğinde hiyerarşik sıralamada en önemli yerlerden birine sahip olacaktır. Bu toplumlarda ölüm kavramı bugünkünden tamamen farklıdır. Bu toplumlar için ölüm genellikle yaşadıkları dünyayı bırakıp, ona neredeyse tıpatıp benzeyen ancak görünmez olan bir başka dünyaya geçmekle eşdeğer bir şeydir. Dolayısıyla ölüm korkulacak bir şey değildir. Bu yüzden meydan okuma çok sık karşılaşılan bir durumdur. Önemli olan ataların yanına gidildiğinde başın eğik olmamasıdır. Onların kurdukları düzenin sonsuza dek gitmesine katkıda bulunmuş olmak, mümkünse en büyük katkıda bulunmaktır.
Örneğin Cengiz Han büyük bir imparator olmadan önce başından şöyle bir olay geçer. Yalnız başına bir yere gittiği sırada yolda altı kişinin hücumuna uğrar ancak ok yağmuru altında korkmadan atını saldırganların üzerine sürer ve hepsini kılıcıyla öldürür. Cengiz Han okların hedeften şaştıklarını ve kendisine dokunmadıklarını söyler. Bu şaşmanın kökeninde üzerinde taşıdığı atalarla ilişkili muhakkak bir tılsım ya da benzeri bir nesne olmalıdır. Bu türden olaylar karşısında, grup, kişinin atalar tarafından seçildiğini ve korunduğunu düşünmekte, dolayısıyla bu seçime karşı gelememektedir. Ancak bu arada liderlik özelliklerine sahip kişi grubu baştan çıkarmak amacıyla halkına olumlu anlamda meydan okuduğunda, atalar bir şekilde kendisini desteklerini belli etmektedirler.
Görüleceği gibi bu toplumlarda önemli olan karşılıklı meydan okuma sonucunda bir tarafın öteki tarafın bütün malını ve canını alması değildir. Bu saldırının diğer bir amacı da ataların ve daha sonra onun yerini almış olan Tanrının adının yüceltilmesidir. Böylelikle kahramanlar asıl yaşam olarak kabul edilen öteki dünyada rahat edeceklerdir. Öyleyse meydan okuma atalarla bir tür alış verişe hizmet eden bir biçim olarak da nitelendirilebilir. Lider canını atalarının torunları olan soydaşları ve yakınları için vermeyi kabul ettiğinde -bu aynı zamanda atalar için de mücadele etmek demektir- bunun karşılığını atalarından çoğuyla geri alacağını düşünmektedir. Her şeyden önce adı daha sonra gelecek kuşaklar açısından atalar arasında önemli, onurlu bir yere sahip olacaktır.
Burada ilkel toplumlara ait özelliklerin olduğu gibi tek tanrılı dinlerin hesabına geçirilmiş olduğu görülmektedir. Tek tanrılı dinler öncesinde, örneğin, birer fetih ve kahır düzeni olarak nitelendirilebilecek düzenler tek tanrılı dinlerle birlikte ikili bir yapı sergilemeye başlamaktadırlar. Atalardan miras kalan özellikler korunmakta ancak bunların yeni inanç düzenine uygun bir şekilde adlandırılmasına ses çıkartılmamaktadır. Fetih Cihada, Kahır ise Gazaya dönüşmektedir. Kutadgu Bilig (Tıpkıbasım):
Kimin oğlu babasından sonra kalırsa o babayı dirilerden ayrılmış saymamalı. Evlatsız ölenin tohumu kesilir, cihanda adı kaybolur, makamı kurur (a.g.y s.64) Aytoldu'nun oğlu babası için yoğ yapıyor; fukaraya para dağıtıyor, açlara aş ve su veriyor (a.g.y. s.53) :
Baba öğüdünü sen sıkı tut, sıkı
Kutlu olur günün, verir (sana) her gün tat
Atanı, ananı sevindir, onlara hizmet et
Karşılık verir hizmetin, onbinlerce fayda (Kutadgu Bilig İncelemesi, s.112)demektedir. Bunlara benzer daha pek çok örnek verebilmek mümkündür. Bu toplumlarda ölüler kültü ya da ataların egemenliği Tanrının varlığına koşut bir şekilde yaşayanların gündelik yaşamını belirlemeye devam etmiş gibidir. Örneğin Osmanlı padişahlarının kanunnameleri uzun yüzyıllar boyunca yürürlükte kalmıştır. Bunu da bir atalara saygı, atalar kültü olarak değerlendirebilmek mümkündür. Ayrıca neredeyse bütün padişahların ve saray büyüklerinin birer türbesi olması bu kültün sürekliliğini göstermesi açısından önemlidir.
*
Arnold Toynbee, Spengler gibi düşünürlerden de esinlenerek, uygarlıkların ortaya çıkış ve ortadan kayboluş biçimlerini şu şekilde yorumlayabilmek mümkündür. Her uygarlık ya da kültür kendi çağı ve koşullarında bütün diğerlerine karşı bir meydan okuma biçimidir. Uygun bir evrensel konjonktür, bir topluluk ya da birçok topluluğu egemenliği altına almayı başaran "lider bir grubun" dünyaya meydan okumasına ve Mısır, Roma, Maya, Moğol, Osmanlı, vb imparatorlukların dünya tarihinin en önemli anlarını oluşturmalarını sağlamış gibidir. Bu türden imparatorluk ya da uygarlıkların ortak özelliği tüm dünya tarihinde normal denilebilecek bir doğum, büyüme ve yaşlılık dönemlerini geçirebilme şansına sahip olmuş olmalarıdır. Diğer tüm girişimler ya daha başlangıçta ya da en geç yaşamlarının ortasında -örneğin, Büyük Selçuklu imparatorluğu gibi- ortadan kaldırıldıkları için aynı şansa ya da bu işi sürdürecek zekâ ve deneyime sahip olamamışlardır. Bu süreci bir başka şekilde ifade etmek gerekirse Toynbee'nin sayılarını yirmi bir olarak belirlediği bu uygarlıklar (Spengler ise sekiz kültür tipinden söz etmektedir) dünyaya sanki önce yeraltından gelen uğultular ve hafif depremler şeklinde gelişlerini haber vermiş, daha sonra yer kabuğu üzerinde küçük patlamalar gerçekleştirerek kendilerine dünya üzerinde bir yer belirlemişlerdir. Ardından uzun bir süreliğine şiddetli patlamalara neden olmuşlar; giderek durulmuş ve nihayet sönmüşlerdir. Yaşadıkları sürece yaydıkları ışık çevrelerini ve ulaşabildikleri dünyayı etkilemiş ancak sönünce kimse onları anımsamaz olmuş ve dünya yeni bir uygarlığa gebe hale gelmiştir. Doğal olarak durulma ve sönme aşamasında dışarıdan alınan destekle bu süreç kimi zaman kısaltılmış olabilir. F. Braudel ve J. Baudrillard gibi isimler, bu türden büyük oluşumları kast ederek, uygarlıklar ya da kültürler evrenselleşerek ortadan kaybolurlar demektedirler. Bir başka deyişle bir uygarlık ürettiği her şeyi dünyaya devredip artık tükenme aşamasına geldiğinde yani dünyaya verebileceği pek bir şeyler kalmadığında ortadan kaybolmaktadır. Belki de dünyaya artık bir şeyler veremeyecek hale gelenleri dünya yüzüstü bırakmaktadır. Zira dünyaya meydan okuma kapasitesini yitiren bu uygarlıklar yolun sonuna geldikleri zaman mı şiddet ve zor yoluyla dünyaya egemen olmanın anlamsızlığını kavramaktadırlar. Yoksa bu şiddet ve zor kullanımını her seferinde acaba dünya mı talep etmektedir? Ne dersiniz?
*
Modern toplumlar yani toplumsal yaşamı rasyonel düşüncenin belirlemeye başladığı döneme gelecek olursak, bu tarihe kadar önce atalar sonra Tanrı zaferi önceden işaret ederken, bu tarihten sonra maddi olanaklar, teknolojik donanım, bilgi öncelikli hale gelmiş, Tanrı zaferin kazanılmasında kendisinden yardım istenen en son varlığa dönüşmüş gibidir. Modern çağda Tanrıya değil sahip olunan maddi ve teknolojik olanaklarla bilimsel ve stratejik bilgiye güvenilerek meydan okunmuş ve savaşlara girişilmiş/girişilmektedir. Ancak bu türden bir meydan okumanın her zaman yeterli olmadığı görülmektedir. Örneğin Amerikan ordusu uzun bir mücadeleden sonra Amerikalı yerlilere muazzam bir Modern teknolojik ve maddi destekle boyun eğdirmeyi başarabilmişken, aynı Modern dünyanın en güçlü ülkelerinin maddi ve teknolojik desteği Çanakkale'de zafer kazanılması için yeterli olamamıştır. Burada yararlanılan inanılmaz maddi, teknolojik ve insani güce karşı diğer tarafta öncelikli bir yere sahip görünen insan unsuru ve kolektif manevi destek oldukça önemli bir rol oynamış, dünyaya üstün teknolojiye sahip olmanın otomatik bir şekilde zafer kazandırmayacağını göstermiştir. Maddi ve teknolojik gücüne güvenerek meydan okuyan bir Kapitalizme paramparça vaziyetteki bir ülke meydan okumuştur. Bunun pokerdeki karşılığı martengaldir. Kimi zaman kaybeden ata oynamak kazandırmaktadır. Kore, Vietnam, Cezayir savaşlarında da bu olgu yinelenmiştir. Zira İkinci Dünya savaşından sonra savaşların bahane olarak kullanılan içeriğinde görece bir değişme olmuş ve özellikle Kore ve Vietnam savaşları Kapitalizmin Komünizme karşı mücadelesine yani ideolojik savaşlara dönüşmüştür. Burada amaç öncelikle karşı tarafı maddi anlamda sömürmeye yönelik bir mücadele anlayışından çok yeryüzündeki ülkelerin Kapitalist ya da Komünist kutuplardan birine kazandırılması olmuştur. Maddi çıkarlar bu amaçtan sonra gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla Soğuk Savaş önce ideolojik sonra maddi savaşlar dönemidir.
Kapitalizm çağında da bütün savaşların başlangıç noktasında meydan okuma vardır. İlkel toplumların savaş ve zaferden kastı yalnız yaşayanları değil ölüleri de sevindirmekken, Modern savaşların amacının öncelikli olarak ekonomik ya da maddi sömürü olduğu görülmektedir. İlkel toplumların savaşları sonucunda tanrılar ya da atalar zaferi kazanandan yana oldukları için kaybedenler de onların tarafına geçebiliyorlardı. Dolayısıyla burada maddi ya da ekonomik nedenin ötesine geçen zihinsel, kültürel ya da manevi nedenler vardı. Yenilenler durumu hazmedemeseler bile kabullenmek zorunda kalıyorlardı zira tanrılara ya da atalara karşı gelmeleri söz konusu değildi. Ancak mağluplar yine onların kışkırtması, desteği ve yol göstermesiyle başkaldırıp boyunduruktan kurtulma denemelerinde bulunuyorlardı. Yeniklerin bu ayaklanması bir meydan okuma olup sonuç genellikle ya tam bir başarı ya da tam bir felâket olmak durumundaydı. Zira ikinci kez yenilen bağışlandığı zaman bile tüm itibar, onur, şeref ve haysiyeti sıfırlanmış olduğundan kendi yaşamına son verebiliyordu. Buna karşın galiplere ilk seferde tam bir boyun eğme ve onlara benzeme durumunda, bu dünyanın sunduğu nimetlerden neredeyse eşit bir şekilde yararlanma olanaklarına sahip olunuyordu. Zira bu da bir tür meydan okuma olayı idi. Zaferi kazanmış olanlar yenilenin kendisine öykünmesi, değişmesi ve dönüşmesi karşısında baştan çıkıp onu kendi eşiti gibi kabul etmek durumunda kalıyordu. Osmanlının genel Balkan politikasında halkların bu türden bir zihinsel tutumu belirleyici olmuş gibidir.
Oysa Modern dünyada savaşlar genellikle karşı tarafı egemenlik altına alıp, sömürmek gibi bir amaç taşıdığından görünüşteki boyun eğmenin ardında direnişler ya da başka türlü meydan okumalarla karşılaşılabilmektedir. Örneğin, Soğuk Savaş döneminde bir ülke yönetimi toplumsal iradeye rağmen bir ya da öteki kutba yakın durduğunda (iç ana) muhalefetin çoğunlukla karşı kutuptan yana durduğuna tanık olunmuştur. Dolayısıyla evrensel boyutlardaki iki kutuplu ideolojik çatışma yerel düzeydeki karşıtlıkların da büyük ölçüde bu evrensel çift kutupluluğa koşut bir manzara arz etmesine yol açmıştır. Burada iki kutbun birbirlerine meydan okuması bin yıllardan bu yana hep güçlülere öykünmüş, onlar gibi olmaya çalışmış dünya toplumlarını bir kez daha etkilemiş ve bu kutuplaşmış meydan okuma oyununun partneri olmak fırsatını kaçırmayarak, onlar da, oyuna dahil olmuşlardır. Böylelikle, özellikle küçük yerel hükümetler, dünya çapında bir gücün parçası olmak ve dünya çapında bir itibar ve onuru paylaşmak istemişlerdir. Geriye doğru baktığımızda bu toplumların büyük bir kısmının öykündükleri ülkelere benzer bir kapitalist ya da komünist düzene kavuşmamakla/dönüşmemekle birlikte tarihin bir döneminde evrensel bir prestij elde etme fırsatını (örneğin Kuzey Kore, Şili, Cezayir, Türkiye, Küba vs.) kaçırmamış oldukları görülmektedir. İdeolojik savaşlarda ilkel toplumlardakini andıran şu kahraman olup, dünyaya ün salmak düşüncesine benzer bir şeyler vardır. İdeolojik kutuplaşmanın sürdürülebilmesi için dünya sathında yerel savaşların sürdürülmesi, güçlüleri, yaptıkları yatırım ve harcamaların karşılığını ekonomik düzeyde geri alma zorunluluğuyla karşı karşıya bırakmış gibidir. Küçük toplumlar meydan okumanın, itibar ve onur sahibi olmanın bedelini yarı yardım yarı sömürü modeline uygun bir şekilde zaman içinde geri ödemeye başlamışlardır. Ancak Vietnam savaşı sonrasında kutuplarda radikal bir dönüşüm süreci başlamıştır.Savaşların getirdiği maliyetler ve dünyanın iki kutuplu mücadeleye yakın duran tavrı, bir kutbun geri çekilmesiyle çökmüştür. Dünya kutuptan yoksun bir yere dönüşmüştür. Bunun üzerine bütün eski ya da ilkel meydan okuma biçimleri anımsanmaya ve yeniden su yüzeyine çıkmaya başlamış gibidir. Yeni Dünya Düzeni bir Fransız düşünürün deyimiyle Yeni Dünya Bozgununa benzemektedir. Bu bozgun bir bakıma dengesini yitirmiş olan dünyada dengesiz tavır ve davranışlara yol açar gibidir. Görünüşe göre Modern toplumlar açısından konvansiyonel silahlı savaşlar artık ikinci plana düşmüştür. Teknolojik yatırım ve harcamalar 'hedef' olarak adlandırılan düşmanı, mümkün olduğu takdirde, hiç görmeden ve ölümüne tanık olmadan öldürmeyi hedeflemektedir. Ancak henüz bu aşamaya tam olarak ulaşılamadığı görülmektedir. Zira son on beş, yirmi yılda tanık olunan savaşlar ya da askeri müdahalelerde uzaktan kumandalı silah ve bomba ya da mermiler arzulanan sonuçların alınmasında yetersiz kalmışlardır. Günümüzde stratejik hedefler yerle bir edildiğinde saldırılan toplum yok olmamakta ya da saf dışı bırakılamamaktadır. Çünkü saldırgan tarafta da insan faktörü muhakkak devreye girmek , kendini görünür kılmak, varlığını somut olarak karşı tarafa göstermek durumundadır. Oysa günümüzde bir tarafın sahip olduğu bu teknolojik ve maddi olanaklar karşı tarafın elinden eşit düzeyde meydan okuma olanağını almaktadır. Bu yeni oyun kuralı bir tarafın elinden bu olanağı aldığındaysa, bu sonuncular, ilk bakışta zafer kazanmış görünenlere yani kendilerine hakaret etme zahmetine bile katlanmamış olanlara (ki, bu hiçe saymanın en üst aşaması, hakaret ya da aşağılamanın en büyüğü olarak değerlendirilebilir), kendi varlıklarını kabul ettirinceye kadar sürecek bir meydan okuma yani direnmeyle yanıt vermektedirler. Kendilerine bir eşit gibi davranılıncaya kadar da bu tutum ve davranış biçiminden vazgeçmemektedirler. Bu tür savaşlar kısa ya da orta vadede stratejik bir öneme sahip olabilir ancak, bu gidişle, uzun vadede dünya barışı hep tehdit altında bir barış görünümüne sahip olacak gibidir. Bir yandan artık yalnızca bir egemenlik biçimine dönüşmüş olan neo-liberal sistemin devamı arzulanır ve bütün dünyada bu sistemin çıkarlarını koruyabilecek yasal düzenlemeler dayatılırken; diğer yandan bu düzenin çıkarlarına karşı potansiyel tüm tehlikeler mercek altına alınarak, gerektiğinde geçici tekno-askeri müdahalelere başvurulabilmektedir. Arada (Afganistan, Irak gibi örneklerde görüleceği üzere) öngörülmemiş durumlarla karşılaşıldığında çuvallama yani itibar kaybı büyük olmak durumundadır. Dünyanın büyük çoğunluğu henüz ilkel toplumlardan bu yana süregelen bu tür duygulardan soyutlanmamış olduğu için de, kısa hatta uzun vadede, Modern toplumların bu yoldan kendilerini dünyaya dayatabilmeleri mümkün görünmemektedir. Bu toplumlarla yoksul ve eğitimsiz ülke halkları arasındaki ekonomik, kültürel ve toplumsal uçurumun varmış olduğu bu korkutucu boyutların yol açacağı sonuçlara bakıldığında en büyük kaybı herhalde kaybedecek bir şeyleri olmayanlar vermeyecektir!
Meydan okuma, bilindiği üzere, hakaret ve aşağılama yani küçümseme duygusu içeren bir düşüncedir. İlkel insanların ait olduğu zihinsel evrende böyle bir duygunun yaşanması doğal bir şey olarak kabul edilebilir çünkü ilkel topluluklar kendi dışlarındaki insanları insan olarak kabul etmemektedirler. Bu davranışın kendisi bile bir meydan okuma olarak nitelendirilebilir. Bu meydan okumaya, olağan koşullarda, karşı bir meydan okumayla yanıt vermekten başka bir alternatif yoktur. Diğer tek olası alternatif atalar tarafından yapılacak her türlü aşağılamayı kabul ederek düşmana boyun eğmek ve onun kölesi haline gelmektir.
Hasımların birbirlerine mektupla ya da savaş alanında doğrudan seslenerek hakaret etme olayı evrensel bir olgudur. Bu meydan okuma karşıdakini yok saymak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yok sayan daha büyük bir yok saymayla muhatap olmak durumundadır. Bu yok edici bir meydan okuma anlayışıdır ancak bu da ilkel toplumlar açısından anlaşılabilir bir durumdur. Zira ilkel insanın mantığının modern toplumlarla bir ilişkisi yoktur. Bu insanlar duygusal açıdan aşırı uçlar arasında gidip gelen varlıklardır. Karşılarındaki insana (örneğin bu düşmansa) ya tamamen duygudan yoksun yani bütünüyle gaddar, zalim ve acımazsız bir şekilde kısaca vahşi bir canavar gibi davranırken; köyüne, obasına, aşiretine, evine geldiğinde çocuğuna veya yakınındaki insanlara karşı dünyanın en duygusal ve hoşgörülü insanı gibi davranabilmektedirler. Her şeyi bir korku nesnesi ya da nedenine dönüştürebilecek bir zihinsel yapıya sahip olan ilkel insanın kendini görece güvende hissettiği ve huzur bulduğu tek yer soydaş, kandaş ya da ait olduğu insanlar grubudur. Bu bile görece bir güven ve huzur duygusudur zira kötü ruhlar ya da büyücülerin etkisi altında kalan yakınlar bile kendilerine rağmen, her an, potansiyel bir düşmana dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
İnsanlığın bu tür paranoid duygulardan tek Tanrılı dinler aşamasında kurtulmuş olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. İlkel toplumlara yani insanlığın en eski atalarına ait bu özellik ve niteliklerin büyük ölçüde arkadan gelen toplumlarda da mevcut olduğunu görüyoruz.
Oysa günümüzde hakaret ya da aşağılama eylemine karşı Modern toplumlara özgü bireylerin de pek hoşgörülü bir şekilde yaklaşmadıkları, neredeyse ilkel toplumlara yakın bir tepki verdikleri görülmektedir. İnsana özgü meydan okuma kültürel bir olgudur. Hakaret, aşağılama, küçümseme kültürün bir parçasıdır. Bu parça evrenseldir. Modern toplumlar kendi içlerinde görece bir şekilde bu kültürü değiştirmiş ve demokratlaşmış görünürken; bir yabancı devreye girdiği anda eski ilkel alışkanlıkların yeniden canlandığı görülmektedir. İlkel insanların "yabancıya" karşı takındıkları tavrın Modern karşılığı Louis Dumont'u dinleyecek olursak "Irkçılık adlı illettir!". İlkel toplumlarda tanrılar ve atalar ön plandayken, Modern toplumlarda sanki ırklar onların yerini almış gibidir.
Sonuç yerine…
Meydan okuma aynı zamanda rekâbet duygusuyla ilintilidir. Rekâbet duygusu da evrenseldir. Yeryüzünde rekâbet duygusundan yoksun bir toplum yoktur. Ancak rekâbet yani birbirine meydan okuma her zaman olumsuz yani karşı tarafı yok etmeye yönelik bir duygu değildir. Rekâbet duygusu yani meydan okuma olumlu bir mecra içine çekildiğinde insanlık için çok yararlı sonuçların alınmasını sağlamış/sağlamaktadır. Burada da bir meydan okuma vardır ancak bu barışçıl, insancıl, karşıdakinin ya da rakibin varlığı ve gücünü kabul etmekle birlikte, onun elde etmiş olduğu sonuçlardan daha başarılı sonuçlar elde etme iddiası güden bir kafa tutmadır. İnsanlığın geçmişine baktığımızda, Çağımızın bu olumlu meydan okuma sürecine yakın durması, insanlığın gelişmesi ve evrensel bir barış ortamı yaratılması için onu bir ilke olarak benimsemesi gerekirken; insan kendine rağmen, bu zihinsel/düşünsel donanıma büyük ölçüde sahip olduğu düşünülebilecek (Modern) toplumların bile zihinsel/düşünsel bir duraklama dönemi içine girmiş oldukları ve dolayısıyla dünyada bir tür Ortaçağlaşma eğiliminin baskın hâle geldiği gibi bir izlenime kapılmaktadır.
Her ne kadar nihai sonuç ölüm olsa da, bilinçsiz doğa yaşam için programlanmışa benzemektedir. Burada yok edici meydan okuma, genelde yaşamın beslenme ve cinsellik boyutundan öteye geçmemektedir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Oysa insanlık meydan okumayı temel bir olumsuz süreç, bir kültür haline getirmiş ve günümüze kadar sürdürmüştür. Herkesin bilmesi gereken bir şey varsa o da karşınızda birileri, bir rakip olmadığı yani yalnız kaldığınız takdirde kendi kendinize meydan okuyamayacağınız gerçeğidir. Çünkü okuduğunuzda bundan kimsenin haberi olmayacaktır dolayısıyla meydan okumanın bir anlamı olmayacaktır. Öyleyse rakip hayati öneme sahip bir varlıktır. İlkel insanlar en ünlü ve itibarlı düşmanlarına karşı, onları yiyecek kadar büyük bir saygı duyarlardı. Çünkü iyi ve güçlü bir rakip olmadan kahraman ve ünlü olabilmek mümkün değildi. Oysa karşılarında bir rakip olmadığını düşünen en güçlü Modern toplumlarda diğerlerini aşağılama eğilimi şimdilik baskın gibidir. Ne var ki hiçe saymak hiçe sayılmak demektir. David ve Goliat öyküsü yine bu dünyaya ait evrensel uzantıları olan bir öyküdür. Bundan ders çıkarılmadığı takdirde şiddet içerikli meydan okumalar sürüp gitmek durumundadır.
Bireysel vicdanın gelişmiş olduğu var sayılan günümüz dünyasında (en azından önemli bir bölümünde) olumsuz meydan okumanın özellikle insani açıdan yararlı bir sonucu olamaz. Çünkü insanın karşısındakini yok etmesi kendisini yok etmesi demektir. Bu yok etme zorunlu olarak fiziksel olmak durumunda değildir. Psikolojik bir yok oluş çok daha acı verici ve uzun süreli olabilmektedir. Bir savaş sırasında insan öldürmüş olanlar savaştan sonra genellikle tedavi görmeden normal bir yaşam sürdürmekte çok zorlanmaktadırlar. Tedavi görüldüğü zaman bile bunun ne kadar etkili olduğu tartışmalıdır. Çağımızda ülkeler kağıt üzerinde bir savaşı kazanmış görünebilirler ancak insani duygularını koruyan bireylerini yitirmeleri çok zordur. Bu durumda insanın karşısındakine meydan okuması kendi kendini yok etmeye yönelik bir eylemden başka bir şey olabilir mi? Buna kendi kendine meydan okumaktan başka ne denilebilir ki? Bir düşünürün dediği gibi yaşamdaki bütün oyunlar bir tarafın kaybetmesi diğer tarafın kazanması üzerine kurulu değildir. Bazen hep birlikte kazanılan ya da hep birlikte kaybedilen oyunlar da vardır. İlkel bir meydan okuma biçimini andıran bu oyunlar günümüz dünyasının ilgisini nedense her geçen gün daha çok çeker gibidir. Yalnızca başkalarının kaybetmelerini arzulayanlarla kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanların buluştuğu ortak noktanın kaybetme olduğu görülmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla herkesin -ya da şimdilik büyük çoğunluğun - kazanabileceği bir dünyayı herkesin yitirebileceği bir dünya haline getirmek için insan olmak gerekiyor!
KAYNAKLARSur un texte de Posidonius- Le suicide contre-prestation suprême,M. MAUSS, 1925
Une forme ancienne de contrat chezles Thraces, Marcel MAUSS, 1921
De la Séduction, Jean BAUDRİLLARD, D.G. 1979, Paris
Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış, Kitap III, Oğuz ADANIR, D.E.Y, 2002, İzmir
Türk Uygarlığı Tarihi, Ziya GÖKALP, İnkılâp K.1991, İstanbul
Kutadgu Bilig Tıpkıbasım 1 Viyana Nüshası, T.D.K, 1942, İstanbul
Kutadgu Bilig İncelemesi, A. DİLÂÇAR, T.DK, 1972, Ankara
Kitle ve İktidar, Elias CANETTİ, Ayrıntı, 1998, İstanbul
«« listeye dön