MODERNLEŞME DÜŞÜNCESİ VE GERÇEKLİK ARASINDAKİ BAĞIN ÇÖZÜLMESİ

Oğuz Adanır

Karaburun Bilim Kongresi, "Bilim ve İktidar", 8-10 Eylül 2006, Karaburun-İZMİR

 

 

Son yüzyıllarda üretilen, bizim bir ilkeye
dönüştürdüğümüz gerçeklik ortadan kaybolmaktadır. Bu
gerçekliği ne pahasına olursa olsun bir referans olarak
yaşatmaya çalışmak mantıksız bir şeydir, çünkü bu
gerçekliği ayakta tutan ilke ölmüştür. "Nesnel" gerçeğin
ortadan kaybolmaya başlamasıyla birlikte bu gerçeklik
ilkesi giderek güçten düşerken Bütünsel, Sanal bir
Gerçekliğin giderek güçlendiği görülmektedir.

Jean BAUDRİLLARD, Şeytana Satılan Ruh… s.15

 

Tarih boyunca en güçlü toplumlar din, dil, ırk, vs farkı gözetilmeksizin yaşamın neredeyse her alanında dünyanın geri kalanı tarafından taklit edilmişlerdir. Bu öykünmelerin biçimsel aşamanın ötesine geçip geçemediğini araştırma ve saptama görevi tarihçi ve sosyal bilimcilere düşmektedir.Günümüz dünyası, modern toplumların ürettiği kapitalizm ve sosyalizm/komünizm kavramları çevresinde dolanmayı sürdürürken bizzat bu toplumların neyin çevresinde dolandıklarını izlemeyi, sorgulamayı artık unutmuş gibidir.

Gerçekten de günümüz modern toplumları hâlâ bu kavramların çevresinde mi dolanmaktadırlar yoksa başka bir aşamaya mı geçmişlerdir? Bu özellikle sözcüğün gerçek anlamında yani özde modernleşememiş toplumlar açısından çok önemli bir sorudur. Bu sorunun yanıtını verebilmek için olayın başlangıç noktasına gitmek ve modernleşme serüveninin izini sürerek bugünlere doğru gelmek gerekmektedir.

Jean Baudrillard’a inanmak gerekirse modernleşmenin ürettiği en önemli kavram “gerçeklik ilkesidir”. Peki gerçeklik ilkesi nedir? Bu ilkenin açıklamasına geçmeden önce Aydınlanma dönemi üzerinde biraz durmakta yarar var. Aydınlanma, Pierre Chaunu’ye göre önce soylular, büyük burjuvalar ve askerlerin aydınlanmasıdır. Bu yaklaşık yüz elli yıl almış olan bir çabalama dönemidir. Hemen bütün Batı Avrupa toplumlarını kapsamış bir harekettir. Bu hareketin devamında burjuvazinin büyük bir gelişme gösterdiğini ve sanayileşmiş kapitalizmin egemen bir konuma geçtiği görülmektedir. Aydınlanmanın temelinde rasyonel/akılcı düşünce vardır. Doğadan akılcı bir şekilde yararlanmanın yani doğaya pozitif bilim anlayışı doğrultusunda yaklaşmanın insanlığın refahı ve gelişmesine önemli katkılarda bulunabileceğine inanılmıştır. Örneğin ağaçların mobilyaya dönüştürülmesi, kömürden ısınmanın yanı sıra bir sanayinin oluşturulmasında yararlanılabileceği, demir, çelik, vb doğal madenlerin işlenerek bunlardan toplumsal yarar sağlanabileceği, hastalıklarla bilimsel bir şekilde mücadele ve daha binlerce akılcı öneri zaman içinde Aydınlanmadan, Sanayileşmiş Kapitalizm aşamasına geçilmesini sağlamış gibidir. Sanayileşmiş toplumlarda akılcı bir yaşam, ahlâk ve işbölümü kaçınılmaz bir süreç gibi görünmektedir. Bu toplumlarda gerçeklik ve akılcılık arasında uyumlu bir ilişki kurulmaya çalışılır gibidir. İnsanların çalışması, yemesi, içmesi, barınması, sağlıklı olması, eğitilmesi,vs gibi gereksinimler gerçektir ve bu gerçek sorunların ancak akılcı çözümler aracılığıyla bir sonuca bağlanabileceği düşünülmektedir.

Gerçekten de akılcı düşüncenin tek başına bir anlamı yoktur ve herhangi bir toplumsal dönüşümü sağlayabilmesi de söz konusu değildir. Bu yüzden akılcı düşünce zaman içinde “gerçeklik ilkesini” üretmek durumunda kalmıştır.

*

Aydınlanma öncesi Avrupa toplumlarında gündelik yaşamın tüm alanlarını aşkınlaşmış bir Tanrısal metafizik ilke belirlemektedir. Tanrı, bu dönemde insanın ekonomik, politik, toplumsal, ahlaki, hukuki, kültürel, vs tüm eylemlerinde belirleyici bir rol üstlenmektedir. En azından toplumun önemli bir kısmının bu ilke çerçevesinde davrandığı, yaşadığı söylenebilir. Aydınlanma süreci bu ilkeye zaman içinde önemli darbeler vurmuştur. Bu dönemde yetişmiş pek çok filozofun (Hobbes, Locke, vs) metinlerinden zorla yapıştırılmış gibi duran metafizik bölümler çıkartıldığında (ya da Mandeville’in “Arılar Masalı” gibi metinlerde) modern maddi yaşamın ilk betimlemeleriyle karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Burjuvazinin bu aşamada hayati bir tarihi rol üstlendiğini yadsıyabilmek mümkün değildir. Ancak sanayileşme sürecinin çok hızlı ve yoğun bir şekilde yaşandığı XIX. yüzyılın ikinci yarısında amaç hâlâ eğitim yoluyla toplumun uyandırılması değildir. Topluma sistem açısından yeteri kadar bilgi verilerek tanrısal ilkenin egemenliğinden kurtulmaması arzulanmaktadır. Ancak örgün eğitim giderek toplumsal bilinçlenme sürecinin ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. Tam da bu noktada tarih sahnesine çıkan Marksist düşünce Aydınlanmanın son ve diğer önemli ayağını oluşturmuştur. Böyle bir sistemin yalnızca ekonomik olamayacağı, politik, toplumsal ve kültürel boyutların da kaçınılmazlığını ortaya koyarak modern bir sistem düşüncesinin oluşmasına çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Burada “sistem” kavramı sözcüğün gerçek anlamında hâlâ modernleşememiş toplumlar açısından önemini korumayı sürdürmektedir. Zira sanayileşmiş kapitalizm aşamasından geçmiş modern toplumlarla onlara öykünen toplumlar arasındaki en önemli fark birincilerin bir sistem kurmuş olmalarına karşın, diğerlerinin bu sistemi günümüzde bile hayata geçirmeyi henüz başaramamış olmalarıdır. Zira sistem kavramı bir toplumun bütün unsurları arasında aynı mantıksal yaklaşıma boyun eğen muazzam bir soyut ilişkiler ağının kurulması demektir. Böyle bir ağ ise ancak bir toplumun böyle bir mantığa boyun eğmesiyle mümkündür. Bunu kurabilecek en önemli toplumsal kurumsa okuldur. Emile Durkheim bu konuda şunları söylemektedir:..

 

METNİN GERİ KALAN BÖLÜMÜ KONUSUNDA YAZARA BAŞVURABİLİRSİNİZ.




«« listeye dön