KAPİTALİZM ÖNCESİ EVRENSEL KÜLTÜR / ZİHNİYETTEN
GÜNÜMÜZE "OSMANLI VE ÖTEKİLER"
Dokuz Eylül Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2004, İzmir.2. Basım Doğu Batı yayınları, Ankara, Ekim 2012 (gözden geçirilmiş,
kısaltılmış ve yeni yorumlar eklenmiş metin).Ikinci Basim : Dogu Bati yayinlari 2013, Ankara
Önsöz :
Yaptığından hoşnut olan (bu kadar yeter) diyen bir öğretim elemanı emekliye ayrılmalıdır.
H.Laborit
Hata yapmayan yeterince çaba göstermiyordur.
Wess Roberts
Avrupa’da ortaya çıkan, A.B.D ve benzeri ülkelerde sürdürülerek günümüze kadar getirilen modernleşme anlayışıyla buna bağlı rejim ve ideolojilerin çağdaşlıkları günümüzde giderek tartışmalı bir hale gelmeye başlamıştır.
Karl Polanyi, daha 1940’lı yıllarda serbest piyasa üzerine oturan liberal ekonomi anlayışının Nazizmle birlikte çökmüş olduğunu, Hitler sayesinde kapitalizmin, kendine rağmen, salt ekonomi ağırlıklı bir ideoloji olmaktan çıkarak özetle toplumsal ve kültüreli de kapsayan politikalar üretmek durumunda kaldığını ileri sürmekteydi. Ona göre, modern toplumlar bir anlamda yeni bir karşılıklı yükümlülük düzenine doğru evrilmeye başlamışlardı.
Georges Bataille, II. Dünya savaşından beş, on yıl sonra kapitalizmin, karşısına çıkan, devasa bir Sovyetler Birliği ve hemen arkasından tarih sahnesinde boy göstermeye başlayan Komünist Çin ve benzeri hareketler karşısında yalnızca ekonomik değil toplumsal, hukuksal, kültürel ve politik açıdan da geri adımlar atmak ve çalışan kesimlerin bütün bu ve benzeri alanlardaki taleplerine boyun eğmek durumunda kaldığını söylemiştir.
Polanyi’den 25-30 yıl sonra, bu kez, Jean Baudrillard tarihi yanlış yorumlamış sol kesimin bir devrim gerçekleştirebilmesinin olanaksız olduğunu, buna karşın mütasyona uğramış bir kapitalizmin belli bir devrimi gerçekleştirmiş olduğunu ironik bir dille ifade ederek bir anlamda Polanyi’yi doğrulayan açıklamalar yapmaktadır.
Bir başka ünlü isim, Fernand Braudel ise, Baudrillard ile hemen aynı tarihlerde, kapitalizmin girmiş olduğu bunalımdan ideolojik anlamda çökerek ya da sona ermiş bir şekilde çıkmış olduğunu; buna karşın bir biçim olarak daha uzun süre varlığını sürdüreceğini söylemektedir.
Benzeri açıklamalar yapan başka düşünce ve bilim adamlarının da bulunduğu muhakkak. Oysa bütün bu konularda Türkiye’nin entelektüel ortamından yükselen seslerin genellikle son derece cılız, istisnalar dışında herhangi bir özgünlük taşımayan; Avrupa, Amerika, Sovyetler ya da diğer dünya ülkelerinden gelen bilgileri tartışmaktan çok yinelemek ve yaymaktan öteye gidemeyen sesler oldukları görülmektedir. Evrensel anlamda özgün olarak nitelendirilebilecek bilimsel-toplumsal düşüncelerin üretilmediği toplumlarda gerçek bir entelektüel ortamın varlığından söz edebilmek pek kolay değildir.
İkinci Dünya savaşından günümüze Türkiye’de ön plana çıkmış olan ideolojilerin fundamentalist özellikler taşıdığını son yıllarda Murat Belge ve başka isimlerden duyduk. Bunlar, yanlış anlamadıysam : Marksist (sol), İslamcı (radikal), Milliyetçi (ülkücü), Liberal ve herhalde Resmi İdeoloji olarak nitelendirilen ideolojilerdir.
Hangi kesime ait olursa olsun fanatik, fundamentalist, dogmatik, ortodoks ve benzeri şekilde nitelendirilen dünya görüşleri kendi dışındakileri yadsıyan ve başkalarına doğrularının herkes için geçerli olabileceği gibi bir savı daha baştan dışlayan, yok sayan görüşlerdir. Dolayısıyla bu bakış açıları özgür düşüncenin karşısında, mevcut demokrasi anlayışıyla herhangi bir ilişkisi olmayan bakış açılarıdır. Demokratik olmayan bir bilimsel anlayışın bilimsel olabilme olasılığı yoktur. Bilimde kısmi bir bilimsellikten söz edilemez. Bu yüzden bu türden bakış açılarının dayattıkları kesin doğruların kesin yanlışlar olma olasılığı çok yüksektir. Bir düşünce kendini başka düşüncelerle karşılaştırabildiği ölçüde doğrulara yaklaşabilir aksi takdirde hem kendini hem de kendine inananları kandırmış olur.
Öyleyse, özellikle son kırk yıldan bu yana tartışılan dünya görüşlerinin hiçbirinin Türkiye toplumunun bütünü ya da çoğunluğunu ikna edememiş oldukları göz önünde bulundurulacak olursa, bunun nedenini, (istisnai kişi ve durumlar hariç) hiçbirinin gerçekten bilimsel olma gibi bir gayret sarf etmemiş olduklarına bağlamak mümkündür.Bu çabaların çoğunlukla olgular ve olayların saptanması ve betimlemesini kapsayan göreceli ya da çok kısmi bir nesnellik anlayışının ötesine geçemediği görülmektedir. Bunun nedeni büyük bir olasılıkla, istisnalar hariç olay ve olguların saptanması ve betimlenmesi aşamasında bile çoğu kez nesnel davranılamamış olması, dolayısıyla yorum aşamasında da nesnel olabilme olanaksızlığıdır.
Ancak son kırk ya da elli yılda yalnızca Türkiye değil, başta modern toplumlar olmak üzere, dünyanın pek çok ülkesinde sosyal ya da insan bilimlerin çeşitli ideolojilerin egemenliği altında bulundukları ve bunlara alternatif olarak üretilen ‘bilimsel yaklaşımların’ de hep karşıt ideolojilerin egemenliği altında bulunduğu gerçeğinin unutulmaması gerekiyor. Dolayısıyla bu süre içinde hatta öncesinde, dünyada neden gerçekten özgür ve az çok nesnel sayılabilecek özgün düşüncelerin üretilemediği, üretilmiş olanlarınsa neden gizlendiği, geri plana atıldığı ya da saf dışı bırakıldığı anlaşılmaktadır. Özellikle Avrupa’da özgür düşünce üretmiş insanlara gerekli ilgi ve saygının ancak 1960’lar hatta 1970’lerden sonra gösterilmeye başlandığına tanık olunmaktadır. Ancak 2002 yılında bile bu ilginin yeterli bir düzeye ulaşabilmiş olduğunu iddia edebilmek pek kolay değildir.
Doğal olarak böyle bir yaklaşım modernleşme girişiminin başlangıcındaki hedef, amaç ve umutlara tamamıyla ters düşen bir yaklaşımdır. Modern toplumlarda özgürlükler, gelişme, evrim, demokrasi gibi herkese seslenmeye, toplumları sürekli bir tartışma, kendi kendini yenileme laboratuarı gibi görmeye çağıran rekabet üstüne kurulu zihinsel süreç ortadan kaybolmuş gibidir. Bu toplumlar sistemleşmiş ve sistem herkesi egemenliği altına almıştır. İdeolojilerin ortadan kaybolduğu, buharlaşıp uçtuğu bir evrende sistem her sorunun yanıtını verebilen tek güç haline gelmiştir. Bir anormalleşme sürecinin ürünü olan bu sistemde anormallik normal bir görünüm arz ettiğinden normal/anormal arasındaki sınır kalkmış ve toplumsal diyalektik sona ermiştir.
Modernleşmenin başlangıcından yirminci yüzyılın ortalarına kadar sürüp gelen bu düşünsel, zihinsel, ideolojik tartışma ve rekabet ortamı sona ermiş ve yerini Baudrillard’ın deyimiyle bir simülakrlar ve simülasyon yani tekrarlar evrenine bırakmıştır.
Modernleşmeyi becerememiş toplumlar toplumsal-politik-kültürel-ekonomik ve hukuksal açıdan bütünsellik arz eden modern bir sistem oluşturamamış toplumlardır . Ne var ki, bu modern-olamayan toplumlar sayılan alanlarda sistemleşmeyi becermiş toplumlara özenirken onların üretmiş oldukları sistem ya da sistemleşme biçimini yadsımaya çalışır gibidirler. Haklı olsalar bile, halen dönmeyi sürdüren bir dünyada, ya ileriye yönelik yeni bir sistemleşme biçimi üretmek ya da özendikleri sistemin içinde değil yörüngesinde yaşamaya mahkum toplumlar olmayı kabul etmek durumundadırlar.
Bize göre yeni tartışma alanlarından biri budur. Özgün bir modern, uygar, demokratik toplumsal model nasıl üretilebilir ? Bunun için işe nereden başlamak ve ilk olarak hangi soruların yanıtlarını bulmak gerekiyor ?
Daha önce bu konuyla ilgili olarak Eski Dünyaya Yeni Bir bakış/Kuramsal Bir Deneme, Kitap I, II ve III’te yapmış olduğumuz tartışmaları burada yeniden gözden geçirerek, bugün itibarıyla yanlış ve gereksiz olduğunu düşündüğümüz veri ve tartışmaları bir kenara bırakarak bu metinde yenilerini başlatacağız. 1993 yılından bu yana sürekli güncellediğimiz bilgilerin ışığı altında bu metinlere yeni bir biçim vererek, en son sentezimizi sunmaya çalışacağız. Bu son sentezle ilk kitap arasında önemli bir mesafenin alınmış olduğunu bizi izlemiş olan okuyucu kolaylıkla fark edebilecektir. Ancak alınmış olan bu yol yine de yeterli değildir. Bizim burada bir anlamda az çok dağınık bir şekilde dile getirmiş olduğumuz düşünce ve veriler sosyal/insanbilimlere ait çeşitli disiplinler tarafından yöntemli ve sistematik bir şekilde ele alınarak derinleştirilmeli, geliştirilmeli ve yeni katkılarla okuyucuya sunulmalıdır.
ESKİ DÜNYAYA YENİ BİR BAKIŞ (I-II) başlıklı çalışmamamızda ne yapmaya çalıştığımızı özetleyelim. Bu çalışma temelde Osmanlı toplumunun zihniyet ve kültür dünyasını anlamayı hedeflemiştir. Ancak bu işi tarihe başvurmadan yapabilmek mümkün olmadığından çalışmanın alanı toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel tarihe doğru genişletilmiştir. Osmanlı toplumunu (özellikle de Anadolu toplumunu) zihniyet düzeyinde sosyal ve kültürel antropolojiye (Mauss) başvurmadan kavrayabilmek de mümkün değildir. Bütün bu veri ve bulgular göstergebilim, sosyal psikoloji, edebiyat, kültür ve sanat tarihinin katkıları olmadan açıklanamayacağından bu disiplinlere de yeri geldikçe başvurulmuş ve bu arada tarih okumasının yepyeni bir perspektife oturtulabileceği gibi bir sonuca Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramı sayesinde varılmıştır.
*
Özetle çözüm, bu hale getirdiğimiz dünyadan hoşnut muyuz değil miyiz sorusuna verilecek yanıtta gizlidir. Bu dünyadan kimler hoşnuttur, kimler değildir ? Kimler bu dünyayı değiştirmek istiyor, kimler istemiyor ? İsteyenler neden istiyor, istemeyenler neden istemiyor? Değişecekse nasıl ve kimler tarafından değiştirilecek ve bu değişimi kimler, neden engellemeye çalışacak ? Değiştirilmeyecekse buna kimler karar verecek ve değişim, gelişme, ilerleme ve evrim gibi kavramlar nasıl yok edilecek ? Doğal olarak bütün bu sorulara özgürce yanıt verebilecek bir bilim anlayışı nasıl oluşturulacak ve korunacak?
Daha güzel ve mutlu bir dünya umudu binlerce yıldan bu yana sürdürülüp, getirilmiş olan güzel bir alışkanlıktır. İnsanlığın bu alışkanlığından kolay kolay vazgeçebileceğine inanmıyorum.
İÇİNDEKİLER:
I.
Giriş
'Diyalektik Materyalist' Bir Gelişme Anlayışı: Sarmal Gelişme
Bilinen Tarihteki İlk Evrensel Kültür Üzerine: Potlaç ya da Karşılıklı Yükümlülük Düzeni
II.
Armağan/Potlaç Kültürü Üzerine Dünyadan Veriler
Köken Olarak Avrupa Toplumları da, Armağan/Karşılıklı Yükümlülük Kültürüne Ait Toplumlardır
Braudel'in Kapitalizm Çözümlemesini Tersine Çevirmek!
Marksist Üretim-Emek Yorumlamasının Yanlışlığı ve Baudrillard'a Göre 'Tarihin' Yeniden Tanımlanma ve Yorumlanma Zorunluluğu Üzerine
Anadolu-Orta Asya Ekseninde Osmanlı Öncesi Karşılıklı Yükümlülük Düzeni
III.
Kapitalizm Öncesi Evrensel Kültürün En Üst Aşamalarından Biri: Osmanlı İmparatorluğu Ya da Gerçek Tarihe Giden Yol Konusunda Yeni Sorular
Osmanlının Gelişme Döneminde Toplumsal Yapı
Karşılıklı Yükümlülük Düzeni-İnanç ve Maddi Yaşam İlişkileri
Gelişme Dönemi Osmanlı Düzeninde Maddi Yaşam
Kültürel-Toplumsal-Politik Olanın Belirlediği Bir ‘Maddi Yapı’
Gelişme Döneminde 'Kültür'ün Anlamı!
Gelişme Döneminde Büyü ve Din
Osmanlı'nın Gelişme ya da Anadolu'nun Yeniden Yapılanma Dönemi
'Gelişme' Yalnızca Türklerin Ürünü Değil!
***
Simülasyon ve Simülasyon Evreni
Duraklama, Simülasyon ve Osmanlı İmparatorluğu
Tasavvuf Ya da Bir Toplumsal-Politik-Ekonomik-Kültürel Düzen Simülasyonu
Maddiyatın Aşama Aşama Politik, Toplumsal ve Kültürel Olana Baskın Olmaya Çalıştığı Bir Dönem
Duraklama Dönemi'nde Dinin Anlamı ve İşlevi
Osmanlı'nın Duraklama Dönemi'nde /Ya da Bir Simülasyon Evreninde/ Kültürün Anlamı
Simülasyon Aşamasının Son Evresi: Biçimsel Dönüşüme Uğrama (Metamorfoz)
IV.
Türkiye Cumhuriyeti Yeni Bir Sentezdir
Gelişme, Duraklama ve Dönüşme Evrensel Bir Modeldir!
«« listeye dön