SANAT KURGU!
Sergi Katalog Yazısı, s.6-32, Beşiktaş Belediyesi, Ekim 2006, İstanbul.
Modern çağ, değişimi yücelten ve onu bir
temele dönüştüren ilk çağdır. Farklılık,
ayrılık,ötekilik, çoğulluk, yenilik, evrim,
devrim, tarih- bu sözcüklerin hepsi bir
sözcüğe sığdırılabilir: Gelecek. Geçmiş
değil, ebediyet değil, olan zaman değil,
henüz olmayan ve her zaman gelecek
olan zaman.
Octavio Paz, Çamurdan Doğanlar, s. 27, 1996
Sanat ve kurgu sözcüklerinin yan yana durmasında sanki bir tuhaflık vardır. Bilim ve kurgu sözcüklerinin yan yana gelmesinden daha tuhaf bir durum. Çünkü bilimkurguda geleceğe yönelik bilimsel bilgiye dayalı öngörüler vardır. Modernleşmenin varlığının en somut şekilde algılandığı alanlardan biri, bilimsel düşüncenin sonucu olan teknolojidir. Teknolojinin insanlar üzerinde bir tür illüzyon etkisi yaratması ve dolayısıyla sanatla buluşmasını sağlayan da muhtemelen bu etkidir.
Sanırım bu etki Fritz Lang gibi bir yönetmene “Bilimkurgu” deyiminin ortaya çıkmasından (1929) önce “Metropolis” (1926) gibi bir film yaparak insani açıdan geleceğe yönelik doğru bir öngörüde bulunma olanağı sağlamıştır. Bilimsel ve felsefi düşünceyle çağın teknolojisine en uygun sanat dalı olan sinema bir araya gelerek böyle bir filmin ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Modernleşmenin bu döneminde sanat bilimden etkilenmiş ve özgün bir yaratı biçimi oluşturmaya çalışmıştır. Bu bilimsel ve aynı zamanda (iyi ya da kötü amaçlarla da olsa) insanlığı hedefleyen bir yaratı türüdür. Başlangıçtan bu yana genellikle çizgi roman, roman, öykülü film ve çizgi film gibi sanat dalları tarafından işlenmiştir. Belki de Stanley Kubrick’in “2001 A Space Odyssey” (1966) filmine kadar da bu yaratı alanında bilim yani içerik hep biçimi yani sanatsal üretim sürecini belirlemiş gibidir. Kubrick bu filmi aracılığıyla en azından sinematografik anlatımla bilimsel bilgi arasında bir eşdeğerlik, estetiğin de en az bilimsel bilgi kadar önemli olduğunu göstermeye çalışmış gibidir. Zira bu filmin sinema tarihine geçmesini sağlayan şey içeriğinden çok sinematografik biçimidir. Bir anlamda bilimsel bilgiyi olması gereken ya da en uygun estetik ortam içine oturtmuştur. Bilimkurgu türünün sanatsal bir görünüme bürünme sürecinde dışavurumun (en azından 1970’lere kadar)ikinci planda kaldığını yani estetik yaklaşımın kendisini bilimsel gerçekliğe uydurmak/adapte etmek durumunda kaldığı söylenebilir. 1980’lerden itibaren yükselen bilgisayar teknolojisi ve uzantısı dijital süreçle birlikte bu kez (en azından sinema alanında) bilimsel içerik geri plana itilerek yani büyük ölçüde bilimsellikten uzak, bilimsellik kırıntıları taşıyan ya da bilimsel özellikler taşıyormuş gibi görünen ve bütün bunların son derece baskın, belirleyici bir biçimle sunulduğu bir anlatı türüne dönüşmüştür. Bilimkurguda, en azından başlangıçtan 1970’lere kadar kurgu yani düşsellik boyutunun bilimsel bilgi tarafından şekillendirildiği söylenebilir. Burada sanatsal heyecan ve estetik anlayış bilimin göz kamaştırıcı sonuçları önünde seve seve ikinci planda kalmayı kabul etmiş gibidir çünkü amaç insanlığa yani milyonlara en kısa ve doğru yoldan bilimsel bilgi ve düşünceyle bunların sonucu olan teknoloji dünyasının anlatılması ya da sunulmasıdır.
*
Oysa sanatın zaten bir tür kurgu olduğunu biliyoruz. Genel anlamda bu kurgunun kökeninde yaşamın kendisi vardır. İnsan, doğa, nesneler, duygular, düşünceler, tarih, savaşlar ve daha pek çok şey kurgunun esin kaynağı olabilir. Bir başka deyişle, sanat, içinde düşsellik ve kişisel boyutun yer aldığı bir yaratı sürecidir. Ancak bu yaratıyı sıfırdan yüze doğru derecelendirdiğimiz takdirde yaratının niteliği tartışılır bir konu haline gelebilmektedir. Burada Roland Barthes’ın “Yazının Sıfır Derecesi” dediği noktadan hareket ederek plastik sanatlar ya da diğer alanlarda benzer bir çözümleme yapılabilir. Barthes gazeteciyle roman yazarı arasındaki farkı, mesafeyi sanatsal boyut denilen estetikle ilişkilendirerek değerlendirmektedir. Dolayısıyla sanatsal boyutun en zayıf olduğu metinlerin sanatın sıfır derecesine yakın olduğu söylenebilmektedir. Buradaki yaratıcılık tekniğinden kasıt ise yaşamın herhangi bir alanındaki mevcut bir malzemeyi alarak ona katılan estetik boyutla tanınmayacak bir hale getirmek, tamamıyla dönüştürmektir. Buradaki sanat anlayışının temelinde biçim içerik ilişkisi vardır. Bunların birinden yoksun olan üretim biçiminin sanatla bir ilgisi bulunmadığı düşünülmektedir.
*
Bilimkurgu türüne geri dönecek olursak bu türün neden (neredeyse) yalnızca Sanayileşmiş toplumlarda ortaya çıkmış olduğunun sorulması gerekir. Modernleşme projesine uygun bir tür olan bilimkurguyla az gelişmiş ya da Modernleşememiş toplumlarda karşılaşılamamasının bir nedeni olmalıdır. Bu soru hakkımız saklı kalsın. Zira burada sorulması gereken daha önemli bir soru vardır. Çağımızın önemli düşünürlerinden Jean Baudrillard bilimkurgunun ilk ortaya çıktığı günden bu yana Modernleşme düşüncesi ya da felsefesine uygun bir rota izlememiş olduğunu söylemektedir. Hatta daha da ileri giderek bilimkurgunun günümüz itibarıyla bu toplumlarda sona ermiş olabileceğinden söz etmektedir. Bunun temel nedenlerinden biriyse sanat eseriyle izleyici arasındaki “mesafe” kavramıdır.
Baudrillard izleyicinin sanat eserini seyretme/algılama süreci içinde onun hakkında düşünme, yargılama, eleştirme, vs zamanına da sahip olması gerektiğini yani sanat eseriyle iletişim kurması gerektiğini düşünmektedir. Bir başka deyişle izleyiciyle yapıtın birbirlerinin sorularını karşılıklı olarak yanıtlama zamanı olmalıdır. Yapıt kendini dayattığında ve sanatçı izleyicinin sorgulamasını değil, tamamen boyun eğmesini istediğinde bu iletişim kopmaktadır. İnsana gece gündüz demeden aralıksız bir şekilde görüntü bombardımanına tutan bir sistemde izleyicinin görüntüyle olan ilişkisinin radikal bir şekilde değişmiş olduğu söylenebilir. İzleyici artık bir tür işlemci gibidir. Kendisine sunulan imgeleri bir makine gibi yalnızca algılamakta ancak onlar üzerinde bir insan gibi düşünüp, herhangi bir sonuç çıkartamamaktadır zira buna zamanı kalmamaktadır.
Mesafenin ortadan kalkmasına yol açan şeyse teknolojidir. Daha doğrusu teknolojinin ürettiği hızdır.Bütün dünyaya özgü görüntüleri gerçek zaman dilimi içinde aktarma olanağı sunan bir teknoloji geleceğe yönelik projeksiyon yapma arzusuna bir son verir gibidir. XIX. ve XX. Yüzyılın önemli bir bölümünde, bilimkurgu, kolonizasyon ve keşiflerle ilintili olup, özellikle mekânsal araştırmaya ağırlık vermiştir. Oysa günümüz dünyasında artık keşfedilecek , kamera ya da fotoğraf makinesinin girmediği bir yer, bir delik kalmamış gibidir. Baudrillard’a göre bu toplumlarda imge artık gerçeğin yerini almış olduğundan, bir illüzyon aracı olma özelliğini yitirmiştir. Böyle bir şeyse metafiziğe, hayallere ve bilimkurguya son vermek demektir. Yeni çağın adı hipergerçeklik çağıdır demektedir. Dolayısıyla Bilimkurgu öngörmenin mümkün olmadığı bir gelecek araştırmasından vazgeçerek [1] geçmişe yönelik bir.....
==============================================
[1] Burada Baudrillard, uzaya yönelik görünen keşif ve yolculukları klasik anlamdaki Bilim Kurgu açıklaması kapsamında değerlendirmemektedir. Düşünür başlangıç dönemine özgü Bilim Kurgu üretimini gerçeğin abartılmış bir projeksiyonu olarak yorumlamaktadır. Bir başka deyişle bu gerçekliğin sınırları dünya adlı gezegenle sınırlı kalmaktadır. Oysa gerçekliğin sınırları sonsuzluğa çekildiğinde, sınırlı bir evreni iç uyumluluk açısından zorunlu kılan “gerçeklik ilkesi” ortadan kalkmakta, en azından önemli darbeler almaktadır. Uzaya açılmak insanın kendi gerçeklik evrenini terk ederek boşlukta kaybolmasına yol açmakta ve dolayısıyla bir simülasyon evrenine benzemektedir.
«« listeye dön