TARİHÇİLİK ANLAYIŞINDA YENİLİK

VE DEĞİŞİKLİK ZORUNLULUĞU ÜZERİNE

Bildiri, XIV. Türk Tarih Kongresi, 12 Eylül 2002, Ankara.

 

Öğrenmekten korkmayın, düşgücünüze bir şans

tanıyın ve düşünce alanında az da olsa riske girin.

 

Algılayabildiğim kadarıyla Türkiye’de ve dünyada tarihçilik, en azından son yirmi beş otuz yıl içinde, bitmek tükenmek bilmeyen yeni yaklaşım, yorumlama biçimleri ya da yöntemleriyle bunların alternatiflerinin peşinden koş(muş)maktadır! Sonuca baktığımızdaysa bizzat en ünlü isimlerin ağzından (örneğin B. Lewis) gerçek tarihin henüz yazılmayı beklediğini öğreniyoruz. Bu durumda günümüze kadar yazılmış olan tarihlere nasıl bakmamız ve değerlendirmemiz gerekiyor? Gerçek tarih henüz yazılmadıysa bunun gerekçeleri nedir? Neden böyle olmuştur? Bugün ne yapmak gerekiyor?

Türkiye’deki tarihçilik yaklaşımları bağlamında konuşmak gerekirse örneğin, son aylardaki bir değerlendirme metninde:

Son çeyrek yüzyılda Türkiye’deki Osmanlı tarihçiliğinin yukarıda ana hatları çizilen serüveni üzerinden toplu bir değerlendirme yapılacak olursa, bu tarihçiliğin, içinde gerçekleştiği toplumsal ve siyasal ortam bir yana, akademik anlamda başlıca üç temel gelişme ekseninde biçimlendiği, bir seyir takip ettiği söylenebilir: a) arşivlerin yeniden yapılandırılması, b) yeni Tarih bölümleri ve içe kapanma, c) yükselen standartlar ve dışa açılma.(Toplum ve Bilim, no 91, s.33) dan söz edilmektedir.

Ancak bu seyrin doğru yönde mi olduğu ya da hangi yöne gitmesi gerektiği konusu nedense tartışılmamaktadır! Burada Osmanlı tarihçiliğinin minimum ortak paydaları konusunda henüz genel bir consensus sağlanmış olduğunu söyleyebilmek kolay değildir. Örneğin, Osmanlı tarihi evrensel bir tarih midir yerel bir tarih midir sorusu anlamsız bir sorudur. Günümüzde bu konunun tartışılması bile yersizdir çünkü artık yerel tarih kavramının kendisi neredeyse tarihe karışmak üzeredir. Dünya tarihini bir yap-boz oyununa (puzzle) benzetecek olursak yerel tarih anlayışı diye bir şey olamayacağını görürüz. Çünkü sonuç itibarıyla oyunun neresinden başlarsanız başlayın her parçanın bir şekilde tüm diğerleriyle bağlantılı olduğunu görürsünüz. Osmanlı tarihi gibi bir tarihse bu evrensel oyunun en önemli parçalarından birini oluşturduğundan zorunlu olarak dünya tarihinin bir parçasıdır.

Oysa Osmanlı tarihine -ya da yerel olarak nitelendirilen herhangi bir tarihe- bugüne kadar hangi evrensel yöntemle yaklaşılmış olduğunu kim söyleyebilir? Öte yandan böyle bir evrensel yöntem var mıdır? Fernand Braudel, tarihçilik mesleğini Avrupalılar keşfetti bu yüzden bu işi en iyi onlar bilir demeye getirirken, bugüne kadar yazılmış Avrupa tarihlerinin gerçek ve doğru tarih yorumları olduğu sorusuna çok açık bir yanıt vermek yerine politik bir yanıt vermeyi yeğlemekte ve eldeki bilgilerin ışığı altında en iyisidir demeye getirerek, işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadır. Oysa sorunun yanıtı çok basittir. Avrupa’nın gerçek tarihi dünyanın gerçek tarihi yazılmış olduğunda doğru bir şekilde yazılmış olacaktır yoksa daha önce değil. Bugüne kadar yazılmış tüm evrensel tarihler birilerinin diğerlerinin adına konuşması şeklinde gerçekleşmişe benzemektedir. Doğru yöntemin bu olamayacağı ortadadır.

Osmanlı tarihinin bugüne kadar gerçekleştirilen değerlendirilmelerine bakıldığında ortada evrensel olarak nitelendirilebilecek bir yöntem olmadığı söylenebilir. İslamiyet, Milliyetçilik, Materyalist, vb perspektiflerden gerçekleştirilmiş tüm Osmanlı tarihi yorumlarının gerçekten evrensel niteliğe sahip bir yoruma tekabül etmedikleri görülmektedir. Yalnızca Osmanlı tarihi değil dünyada gerçekleştirilmiş tüm tarih metinleri ya da yorumlarının genelde gerçek tarihin kendisi değil birer ideolojik tarih yorumu oldukları -varsa istisnalar kaideyi bozmama koşuluyla- söylenebilir. Öyleyse sorun yalnızca Osmanlı tarihçilerinin değil genelinde tüm dünya tarihçilerinin sorunudur. Bugüne kadarki gelişmelerden anlaşılan, tarihçilerin yorumlarını nesnel veriler üzerine kurmuş oldukları -arada ufak tefek yanlışlıklar olsa da- sorunun yorumlar düzeyinde ortaya çıkmış/çıkmakta olduğudur. Kimi zaman sorun bizzat tarihi denilen belgelerdeki bilgilerin (tartışmalı) nesnelliğine bağlansa da gerçekte durum kimin daha iyi tarihçi ya da yorumcu olduğu konusunda düğümlenir gibidir? Örneğin İlber Ortaylı: “Tarihi olmak, tarihçi olmak değildir” demektedir. Buna karşın her tarihçi olanın doğru ve gerçek bir tarih yorumu yaptığını iddia edebilmek mümkün müdür? En iyimser olasılıkla kimi tarihçilerin kimi yorumlarında gerçeklere daha bir yaklaşmış olduğunu belki, o da mevcut denilen bilgi ve yöntemler çerçevesinde, söyleyenler çıkacaktır! Ancak bu kez de bu karşılaştırma yöntemi ve mevcut bilgilerin gerçek ve doğru bir tarih yorumu için yeterli ve geçerli olup olmadığı sorusuyla karşılaşılacaktır. Bu yaklaşım insanı bir kördüğüme ya da içinden çıkılması olanaksız bir sürece doğru sürükler gibidir. Eğer tarihçiler gerçekten evrensel düzeyde, evrensel çözüm önerileri aramak istiyorlarsa perspektif değişikliğine gitmeleri gerektiği ortadadır. Son eleştirel çözümleme yöntemi olarak nitelendirilen materyalist yöntemin günümüz itibarıyla büyük ölçüde geçerliğini yitirmiş olduğu ve tarihin ancak belli bir dönemi ve belli bir coğrafya için o da belli bir ölçüde geçerli olabildiğidir. Son elli yıl içinde yapılan çalışmalar bu gerçeği giderek daha somut bir şekilde ortaya koymuştur. Başta Fransız Ortaçağ tarihçiliği olmak üzere Avrupa Ortaçağ tarihçiliği çalışmaları bu gerçeğin farkına varılmasını sağlamıştır.

Evrensel olduğu ve tüm insanlık tarihini kucakladığı düşünülen tarihi materyalizmin de tökezlemesinden sonra günümüz itibarıyla ortada evrensel bir tarih yazımı için gerekli evrensel bir yöntem şansı ortadan kaybolmuş gibidir! Fernand Braudel evrensel bir toplumsal tarih yazma iddiasıyla Kapitalizmin ardına sığınarak, (ekonomiyi ön plana çıkarmaya çalışan) bir deneme yapmış ancak bunda başarılı olamamıştır. Çünkü Maddi Uygarlık başlıklı bu üç ciltlik devasa çalışma ideolojik bir tarihe, daha çok kapitalizmi bir evrenselleştirme denemesine benzemiştir. Oysa Braudel’den birkaç yıl önce yine dünya çapında bir isim olan Georges Duby (Guerriers et Paysans başlıklı çalışmasında) ustası olarak nitelendirilen Braudel’e gerçek bir evrensel tarih yazımı ve yorumu konusunda öncülük etmiş ancak Braudel bu yaklaşımı görmezden gelmiştir. Karl Polanyi Büyük Dönüşüm başlıklı çalışmasında yeni bir iktisat tarihi anlayışı konusunda önemli bir model sunmuş ancak bugüne kadar bu yönde sanki çok büyük adımlar atılamamış gibidir. Louis Dumont ise Homo Hierarchicus başlıklı metinde sosyal ve kültürel antropoloji/ya da etnografiden yoksun bir tarih yorumunun gerçek bir tarih yorumu olamayacağını çok net bir şekilde göstermiştir. Kültür tarihi, zihniyet tarihi, siyaset tarihi ve iktisat tarihi gerçek bir toplumsal tarih yazımı için vazgeçilmez unsurlara dönüşmüşlerdir. Bu arada Duby göstergebilim, psikoloji, psikanaliz gibi disiplinlerin de tarih yazımına katkıları olduğunu söylemiştir ki bu görüşe belli ölçülerde katılmamak mümkün değildir.

Bütün bunlar yeni ve gerçek bir evrensel tarih yorumu yöntemi oluşturabilmek için yeterli midir? Hem evet hem hayır! Burada adı geçen araştırmacıların yanı sıra Marcel Mauss, B. Malinowski, Lévi-Bruhl ve daha pek çok araştırmacının yapmış oldukları çalışmaları bir araya getirerek yeni bir gerçek evrensel tarih yorumu yönteminin mümkün olduğunu göstermeye çalışacağız. Zaten az önce söylemiş olduğumuz gibi bu konuda bir takım girişimler bizden önce yapılmış durumdadır. İşe M. Mauss’un “Armağan” kuramıyla başlamanın doğru bir girişim olduğu az çok somut bir şekilde ortaya çıkmış gibidir. Örneğin Georges Duby az önce adını verdiğimiz metninde Avrupa’nın Armağan kültürüne ait olduğunu ve yaklaşık V. yüzyıldan XIV. yüzyıla kadar bu kültürün etkisi altında olduğunu söylemektedir. Karl Polanyi iktisat tarihinin başlangıcını ilkel armağan toplumlarının ritüellerine kadar götürmekte ve oradan günümüze materyalist tarihten farklı bir şekilde gelmektedir. Louis Dumont Hindistan, Çin ve Japonya’nın armağan kültürünün bir parçası olduklarını Hindistan bağlamında somut bir şekilde kanıtlarken Çin ve Japonya’nın aynı kültür ve zihinsel yapılanmaya aidiyetleri konusunda hiçbir kuşku duymamaktadır. Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık I-II-III başlıklı çalışmasında armağan toplumuna özgü yüzlerce örnek kapitalizm öncesi ya da sırası uygulamaları olarak sunulmakta ancak bu iş armağan toplumundan söz edilmeden yapılmaktadır. Jean Baudrillard Avrupa ya da daha genelinde batılı toplumların köken olarak Armağan toplumundan geldikleri konusunda en ufak bir kuşku duymamaktadır. M. Mauss Trakya’nın antik Yunanistan’ın armağan kültürüne ait olduğunu kanıtlayan tarihi belgeler sunmaktadır. Bu konuda Osmanlı tarihinden de örnekler verebilmek mümkün. Paul Dumont ve François Georgeon Osmanlı İmparatorluğunda Yaşamak başlıklı çalışmalarında Osmanlı yaşam, zihniyet ve kültürünün çok net bir şekilde armağan kültürüne ait olduğunu gösterirlerken bizzat armağan kültüründen söz etmekten kaçınmaktadırlar. Biz ise Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış Başlıklı I-II-III başlıklı çalışmamızda bir yandan Osmanlı düzeninin başından sonuna tipik bir armağan kültürü ve zihniyetine sahip bir düzen olduğunu, tüm gelişmesini evrensel düzeyde mevcut olduğunu savunduğumuz bu ortak kültür ve zihniyete borçlu olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Ancak bunu bir tarihçi ve tarih yorumu şeklinde sunmaktan çok - çünkü profesyonel bir tarihçi değilim- tarihi bir araç olarak kullanarak göstermeye çalışıyoruz. Osmanlı tarihinin bu evrensel Armağan kültürünün temel bir unsuru olduğunun profesyonel tarihçiler tarafından çok daha somut kanıtlarla ve ince ayrıntılara kadar inilerek gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Osmanlı tarihinin bu kültürün bir ürünü olduğunun anlaşılması demek Osmanlının egemenliği altına almış olduğu toplumların tamamının aynı kültürün bir parçası olduğunun anlaşılması demek olacaktır. Ya da işe tersinden başlandığında Osmanlının egemenliği altına girmiş bütün toplumların Armağan kültürüne ait olduklarının kanıtlanması Osmanlıyı bu Armağan kültürünün kaçınılmaz bir parçası haline getirecektir. Bu durumda örneğin Avrupa’da ya da dünyada ‘farklı’ kültür ve tarihlerden söz edebilmek güçleşecektir. Çünkü bu durumda aynının değişik, çeşitli görünümleri söz konusu olacaktır ki, gerçekte olup biten de budur. Böyle bir yaklaşımın onaylanmasının mevcut duruma bakıldığında hiç de kolay bir iş olmadığı ortadadır. Ancak her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu başlangıcı kabul edecek tarihçi dostlarımız ve araştırmacıların yepyeni ve gerçek bir dünya tarihi oluşturma konusunda öncülük edecekleri ortadadır. Osmanlı tarihi gibi dünya ölçeğinde önemli bir alanda çalışan araştırmacıların ise bu çalışmalara çok büyük katkılarda bulunacakları kesindir.

Bu iş neden bu kadar zor olacaktır? Çünkü dünyanın belirli bölümleri diğerlerinden zihinsel ve kültürel açıdan kopuk bir manzara arz etmektedirler ki bunun da tarihsel bir açıklaması vardır. Bizim araştırmalarımıza göre Avrupa bu evrensel Armağan kültürü ve zihniyetinden ilk kurtulan coğrafyadır. Yaklaşık XV. Yüzyılda Rönesans’la birlikte yavaş yavaş başlayan bu süreç yine anlayabildiğimiz kadarıyla Aydınlanma dönemiyle birlikte olgunlaşmaya başlamış ve Burjuvazinin önderliğinde Sanayi Devrimiyle birlikte dünyanın geriye kalan toplumlarından zihinsel ve kültürel açıdan radikal bir şekilde kopulmuştur. Bu durumsa, özellikle de Marksizm’in ortaya çıkışıyla birlikte dünyada farklı toplumlar (sanayileşmiş, sanayileşememiş) farklı sınıflar (burjuvazi, proletarya,vs) ve farklı iktisat düzenleriyle, farklı kültürlerin olduğu gibi (her ne kadar Marksizm evrensel kardeşlik, dayanışma ve benzeri şeylerden söz etmiş olsa bile) bir sonuca varılmasına yol açmıştır. M. Mauss, E. Durkheim, B. Malinowski, Lévi-Bruhl ve daha bir çok araştırmacı ve düşünce adamı bu yapılan yanlışların farkına oldukça erken sayılabilecek tarihlerde varmış olmalarına rağmen günümüze kadar yerleşik bir görünüme sahip olan materyalist ya da ırk, sınıf, milliyet, din, vb temeller üzerine oturtulmaya çalışılmış ideolojik tarih yorumları başta da söylemiş olduğumuz gibi bugünlere kadar sürdürülmüştür. Bugün evrensel düzeyde derlenip toparlanacak, yaşamın tüm alanlarında, gerçeklere dayalı bir tarih anlayışı dünya barışının sağlanmasında en önemli unsurlardan birini oluşturacaktır. Çünkü politikacıların ve başka kesimlerin ellerinden ülkeler, toplumlar, kültürler, dinler, vs arasında düşmanlığa yol açabilecek ya da mevcut düşmanlıkları sürdürmeye yönelik pek çok koz alınabilecektir. Tarihçiler kanımca evrensel düzeyde bir tarihi misyonla karşı karşıyadırlar. Ya bu yepyeni perspektifi benimseyerek araştırmaya girişecekler ve ortaya belli bir zaman dilimi sonucunda tüm dünya toplumlarının katılımıyla somutlaşacak gerçek bir evrensel tarih yorumu çıkacak ya da mevcut durum korunarak bu iş (belirsiz bir süreyle) arkadan gelen kuşaklara bırakılacaktır. Peki bu tarih anlayışının en önemli noktası sayılabilecek başlangıç noktası ne olacaktır ? Bu çok zor bir soru değildir. Her toplum kendi tarihinde gidebildiği kadar geriye giderek Armağan kültürünün en yoğun ve arı olduğu dönemi yani evrensel ortak paydaları tespit ettikten sonra bugüne doğru onların evrimini göstermek durumundadır. Herkes bu bakış açısını benimsediği zaman bütün dünya toplumları arasında karşılaştırmalar yapabilmek büyük ölçüde kolaylaşacaktır. Örneğin beş kıtada, belli bir yüzyılda toplumların Armağan kültürüne oranla durumları tespit edilebileceği gibi, aynı kıta ya da coğrafyada yan yana yaşamış olan toplumlar arası ilişkiler ve gelişmeler de aynı şekilde tespit edilebilecektir. Böyle bir yaklaşımın bizi Kapitalizm öncesi evrensel bir kültür ve zihniyetin varlığına götüreceğinden en ufak bir kuşku duymuyorum. Kapitalizm öncesi evrensel kültürün hiç de monoton bir kültür olmadığı inancındayım. İlkel toplumlar üzerinde yapılan çalışmalar aynı kültür ve zihniyete sahip bu insan topluluklarının en yakın coğrafyalarda bile düşgücü ürünü sayılabilecek değişik ve çeşitlilik arz eden düşünce ve davranışlara sahip olduklarını göstermektedir. İnsanoğlu yaratıcı bir düşgücüne sahip olduğu sürece dünyaya monotonluğun egemen olabilmesinin mümkün olamayacağı inancındayım. Doğa ve iklim koşullarıyla, coğrafi yapı, nüfus ve daha pek çok unsurun insanın düşgücünü harekete geçirebildiğini ve bunun da yeryüzünde birbirlerinden değişik ve çeşitlilik arz eden toplumlar yaratma konusunda bugüne kadar yeterli olduğunu, bundan sonra da bu durumda herhangi bir değişiklik olması için bir neden bulunmadığı kanaatindeyim. Özetle böyle bir yaklaşımın benimsenmesi yepyeni bir dünya toplumunun yaratılması açısından hayati bir öneme sahiptir. Ülkemiz tarihçilerinin böyle bir evrensel sürecin dışında kalabileceklerini sanmıyorum. Hatta Anadolu’nun bu evrensel kültürün çok değişik versiyonlarına sahip bir coğrafya olması nedeniyle öncü bir rol oynayabileceklerinden eminim.

 

İzmir, Mayıs 2002

 

 

«« listeye dön