Türkçe metni rahat izleyebilmeniz için, "browser" ınızın "document encoding" ini "Turkish" olarak değiştirdiniz mi ? ...
Sevgili Köpeğim "Koç"...
Günlerden 10 Ocak 1990... Güzel İzmir'in soğuk ve yağışlı bir günü... İnsanı titreterek
sevdiceğini düşündüren... Sevgili kızım, arabam "Gigi"yi ("Lada - Samara"), parkettim arka
tarafa ve yakın olduğu için fakülte binasına arka kapıdan girdim... Aman tanrım, orada bir
şey var yahu... Kalorifere yapıştırılmış bankın üzerinde uyuyan tüylü bir şey var...
Yaklaştım... Bir de ne göreyim ...? 1 - 2 aylık bir köpek yavrusu... Başında bekleyen kız
öğrenciye sordum... "Kimdir bu yavrucak...?" Sabah erken saatte fakülte binasının ana
girişinde bir bisküvi kutusu içerisinde terkedilmiş halde bulduğunu ve üşümemesi için onu
bankın üzerine aldığını söyledi... Sevdim usulca, uyandırmadan... Çok yorgun olmalıydı bu
amansız dünyada, hem de ilk aylarında... Çaresiz ve bitkin ve dahi terkedilmiş... O nun o
uyuyan kara gözleri ile gözlerim ilk buluştuğunda, aramızda birşeyler kıpraştı... Sanki...
Aşk mı desem...?
Sol omuzumda ikamet eden melek, sağ omuzumda istemediğim halde barınan şeytana galip geldi...
"Bak !" dedi... "O nun hiçbirşeyi yok, ailesi yok, bu acımasız dünyada terkedilmiş bir başına"...
"Bir de İzmir'in soğuk sillesini yemiş, aç açına..." Yaşamadım ama, anlıyorum melek ne demek
istiyor... Bence her canlının yaşamı kutsal ama bir an sokaklardaki kimsesiz çocukları düşündüm...
İçim cızzz etti... Hayat bu kadar zor mu olmalı yahu...? Bunun bir kolayı yok mudur...?
Fikrim melekten yana, kalbim melekten yana, isteğim melekten yana...
Doldurdum çayı kupama kantinden ve çıktım odama, yeni bir güne başlamak için... Selam odam...
Nasılsınız sevgili dökümanlarım, kitaplarım ve dosyalarım... Günaydın hepinize... Ben geldim...
Yeni bir gün demek yeni bir umut demektir... Açtım bilgiişlerimi (kimileri bilgisayar der,
o saymaz, sadece verdiğini işler, isteğin doğrultusunda)... Hüppp... Bir yudum çay, sıcak vede
taze... Soğuk kış gününde insanın bırak içini, en önemlisi kalbini ısıtan... Yok nafile...
Çalışmanın, kafayı işe vermenin olanağı yok ...! Aklım o evlatçıkta... O bisküvi kutusu içerisinde
terkedilmiş olan o sevimli yavrucakta... Arada bir iniyorum, bakıyorum, ne yapıyor diye...
Uyku diz boyu... Neyse, öğleyi ettik... Yemeğe gittim... Söylemesi ayıptır, terbiyeli köfte
var menüde (lem bunun terbiyesizi nasıl oluyor, hala anlamış değilim ha !)... Bandım suyuna,
ayırdım köftecikleri evlatçığa... Koydum hepsini itina ile peçetedeki yerlerine... Aldım
götürdüm bizim terkedilmişe... Uyuyordu, o tatlı sıcaklığın yanında, mışıl mışıl, bitap,
umarsız... Bankın üzerine koydum kocaman yuvarlak terbiyeli köfteleri taşıyan peçeteyi...
Snıff snıff... Aman tanrım.... Dur olm, yavaş... Daha gözlerini açmadan kağıt peçete dahil
yedi hepsini, hem de çiğnemeden... Bir mühendis olarak köftelerin çapı ile, o kursağından
günlerce bir şey geçmemiş evlatçığın mide borusunun çapını kıyasladım... Her zamanki gibi
teori ve pratiğin birbirine uymadığını düşündüm...
O na az da olsa can vereceğine inandığım öğle yemeğinden sonra bütün gün uyudu... İşler mafiş...
Kafa o evlatçıkta... Gidiyorum geliyorum uyuyor radyatörün karşısında ikamet ettiği bankın üzerinde...
Oldu akşam... Saat 4 suları... "Lem olm sen bu evlatçığı alacaksın" dedim... Ve aşağıya indim...
Kantincilere sordum... "Var mıdır bunun sahibi...?" Yok !... E güzel... Verin bakiim bana bir
bisküvi kutusu... Attım içine evlatçığı, doğru veterinere... Veteriner muayenesini bitirdi ve
"sağlığı yerinde, sadece çok uzun bir süredir aç ve susuz" dedi... Attım "Gigi"ye hemen eve,
sıcacık radyatörün karşısına ve koyuldum mutfakta hayatımda ilk defa gerçek bir ev yemeği
yapmaya... Lem olm yavaş... Tık yok... Boğulacan valla... Mamişini yedi afiyetle, suyunu içti
kana kana... Ve sabaha kadar uyudu, omuzumda...
Sabah doğru veterinere, ilk aşılarını olacak bebiş... Aşılar bitene kadar yıkamak yok...
Sadece ıslak ve sabunlu bir bez ile temizlenmişti... Ve koç bana katıldı... Tuvalet
alışkanlığını altı ay sonra kazandıklarından dolayı, odası gazete kağıtları ile kaplanmış
durumda... Hazır mamaya başladı... Doğrusu benim de kolayıma geliyor (ama bu hatayı ileride
anladım)... Büyüyor evlatçık... Büyü adiloş bebe, uyu da büyü...
Bebekliği çok güzel geçti... Çok da komik... O bir terlik yok edicisi... En sevdiği şey
terliklerimi pincik pancuk etmek... 4 - 5 terlik gittikten sonra o na oyuncaklar aldım...
Rahmetli babamın çalışma masasının altı o nun yuvası oldu... Koç büyüdü ve nihayet aşıları
tamamlandıktan sonra ve tuvalet alışkanlığını kazandıktan sonra artık beraber dışarıda
gezmelere başladık... O zamanlar Karşıyaka'da Girne'de oturuyordum... En yakın yer olan
Yunuslar diğer köpek severler gibi bizimde gezinti mekanımız olmuştu... Ben de, Koç da
birçok yeni arkadaşlar tanıdık... Gün geldiğinde yaklaşık 30 civarı arkadaşı vardı...
Ama bir tanesi çok özeldi o nun için... Mıstık... Düzgün deyişi ile Mustafa... Ama ne
yazık ki dişi... Sahipleri doğduğunda farkına varamamışlar dişi olduğunun, erkek zannetmişler
ve adını Mıstık koymuşlar... Mıstık, Koç ile çok iyi bir arkadaş... Ama Koç platonik düzeyde
aşık o na... Oyunlar hep onunla... Yanına bir erkek köpek geldiğinde Mıstık'ın, Koç un
yanakları havaya kalkıyor, dişler piyasada... Birgün dayanamadım, istedim Mıstık'ı Koç'a...
Ne yazık ki kısırlaştırılmış... Üzgünüm Koç...
Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları vede yıllar yılları kovaladı... Sonunda
ayrılık zamanı geldi... Ev sahibem hayır diyor... Veterinerinin tanıdığı bir fabrika varmış,
Bergama civarında bir konserve fabrikası... Gittim ön incelemeye... Fiziksel ortam mükemmel
gibi... Geniş bir yeşillik alan, ağaçlı... Kuzular, koyunlar, tavuklar, keçiler... Ve dahi
3 tane yavru çoban köpeği ve bir de bir bayan kurt köpeği (hahhaa... lem sen kedi misin, dört
ayağının üzerine düştün...!) Koç soyunda kangal ırkını taşıyor, çünkü arka ayaklarında mahmuzları
var... Şehir yaşamında, gün boyu bir balkonda yaşamak...? Bilemiyorum ama, ev sahibem belki beni
uyandırdı... O şehire ait değil diye düşünüyordum... O özgür olmalı, o kırlarda dilediğince
koşturabilmeli, o gerektiğinde kurtlarla savaşmalı, herşeyden önemlisi o istediğini yapabilmeli...
İşte bir dört ayaklı dost edinmenin kötü gerçekleri... Bir gün herhangi bir nedenle zorunlu
olarak bırakmak... Neyse, fabrikanın sahibi ile konuştum... Herşey mükemmel gibi gözüküyor...
Döndüm İzmir'e... Doğru veterinere... "Yahu ben ne yapacağım...?" İlk 6 ila 8 ay gitmek ve o
nu görmek yok dedi... Peki... Ertesi gün ayrılık günü... O gece uyuyamadım sabaha kadar...
Gözlerim yanıyor, acıyor... Günün ilk ışıkları göründü ufukta... Güzel bir kahvaltı hazırladım
o na, hazır mamişten... Sildi süpürdü... Ve atladık "Gigi"ye, doğru Bergama yakınlarındaki
fabrikaya... Arabada yolculuğu hiç sevmez, bunalır... Hahahaha... Bir gün Fethiye'ye gitmiştik
beraber, mevsimlerden yaz... Her yarım saatte bir durduğumu hatırlarım... Evlatçık kan ter
içindeydi... Neyse, vardık fabrikaya, yeni yuvasına... Arabadan çıkardım, deli divane oldu...
Önce kendi adını taşıyan bir canlıya (koç) musallat oldu, ama yok öyle yağma... Aldın mı
dersini...? Gerçek koç bizim koç a bi tostu... Hahahaha... Sonra, sırada tavuklar vardı, amaç
oyun... Ve geldi ayrılık zamanı... Kendi ellerimle bağladım o nu zincire... İlk 5 - 6 ay
yeni yerine alışabilmesi için böyle gerekiyormuş... Son bir kere sevdim o nu, kopardım o güzel
kahverengi kulaklarını... Arabaya doğru yürüyorum, son kez döndüm baktım o na... Anlamıştı...
Kafa eğik, kuyruk aşağıda ve gözler... O gözler bana, "sen benden ayrılıyor musun...?" diyordu...
Alelacele vedalaştım fabrika sahibi ile, çünkü gözyaşlarımı görmesini istemiyordum... Atladım
"Gigi"ye vınnn... Hiç ağlarken araba kullanmamıştım... Ayrılık çok ama çok zor yahu...
Ve yine günler günleri, haftalar haftaları kovaladı... Gitmiyorum o nu görmeye, veterineri
öyle demişti çünkü... Ve bir gece, bir kabus gördüm... Koç zorda... İyi değil... Aman
yarabbim, neler oluyor yahu...? Ertesi sabah atladım arabaya, cehennem olsun veterineri...
Görmeye gidiyorum o nu... Birşeyler var olumsuz... Vardım fabrikaya... Orada biri var,
havlamaya çalışan... Bu o mu... ? Sesi çıkmayan ve "puik" görünümlü...? Ne olmuş o na... ?
Beni tanımıştı, vardım yanına... Bir deri bir kemik... Bekçiye sordum... "Hani o nun kulübesi,
ve dahi neden bu durumda...?" Kulübe yapmadıklarını ve bağlı olarak açıkta bırakıldığını
söyledi... Şimdi anlamıştım sesinin neden çıkmadığını... Yağmur altında aylar boyu kalmış
anlaşılan... Attım arabaya doğru veterinere, bir daha buraya gelmeyecek...
Askerliğimi asteğmen olarak yapmıştım... Berbat bir yerdi... Doğu'da olmamasına karşın tam
bir mahrumiyet bölgesiydi... Gittiğin yer değil, başındaki önemlidir derlerdi de inanmazdım...
Meğer doğruymuş... Neyse, son günü birliğimden ayrılırken, şöyle son kez dönüp bir bakmıştım
geriye... Ne büyük mutluluktu oradan ayrılmak... İşte Bergama yakınlarındaki fabrikanın
kapısından çıkarken de Koç aynı şekilde geriye dönüp bakmıştı... Sanırım aynı şeyleri
hissetmiştik... Veterineri o nu görünce tanıyamadı... "Ne olmuş bu evlatçığa...?" dedi...
Ve sonra telefonu açıp arkadaşı olan o Bergama'nın yakınındaki fabrikanın sahibini benzetti...
Üst solunum ve idrar yolları enfeksiyonu teşhisi konuldu... Antibiyotikler ve vitaminler ile
kısa sürede kendini topladı... Bir süredir tekrar benimle, evde kaldı...
Tekrar ayrılık vakti geldi... İzmir Organize Sanayi Bölgesi'nde bir fabrika bulduk, yakın
dostlarımın tanıdıkları... Ve ikinci büyük darbe, ikinci ayrılış... O nun için de, benim
için de... Ancak, kalbim rahat ve huzurlu, çünkü kulübesi var ve hergün sıcak yemek çıkıyor...
Haftada bir gün de döner kebabı... Yemek ve yatacak yer derdi yok... Aylar ayları kovaladı...
Bir gece yine rüyamda gördüm o nu, yine durumu kötü... Atladım arabaya, doğru yeni fabrikaya...
Arabayı tanıdığından, bırakın görmeyi, sesini duyar duymaz fırlar gelirdi... Parkettim
kapının önüne, piyasada yok... Kulübesine gittim, beni gördü, doğrularak ve acı içinde
inleyerek çıkmaya çalıştı... Yaklaştım yanına, durumu kötü... Burun patlamış ve kan çanağı
halindeki sol gözünün hemen üzerinde derin bir yara... Çözdüm hemen, çimenlerin üzerine aldım...
Kontrol ediyorum aklım elverdiğince, kırık ve çıkık var mı diye... Bereket kemikler sağlam...
Ama bir de ne göreyim...! Sol omuzunda ve sağ koltuk altında iki büyük açık yara var...!
Sağ koltuk altındaki yara, iri elli bir adamın avuç içi büyüklüğünde...! Bekçiye sordum ne
oldu diye... Arabanın altında kaldığını söyledi... Veterinere götürmemişler, üç gündür bu
haldeymiş... Allah kahretsin...! Hemen veterinerine... Günlerden pazar olduğu için kendisini
bulamıyorum... Bu arada kendisini tanıtmak isterim, çünkü bence gerek bilgisi ve gerek de
hayvanseverliği açısından Türkiye'nin en iyisi bence... Serdar Badem... Bostanlı'da...
Aklıma haftanın 7 günü, günün 24 saati açık olan Bostanlı'daki Hayvan Hastanesi geldi... Hemen oraya...
Bayılttılar ve hemen ilk müdahale yapıldı... Bütün vücudunun iltihap ile kaplı olduğunu
söyledi veteriner... Dahası, eliyle değişik yerlerine bastırıp "cılk, cılk" sesini duymamı
sağladı... İçim kalktı... Hani insan çok su içerde yazın, eliyle midesine bastırdığında gelen
ses aynı... Yaraların etrafı açıldı... Sağ koltuk altındaki o büyük yarayı daha net görünce
fenalaşmışım, yukarıda bir yatakta buldum kendimi... Veteriner dikiş atamayacağını, öncelikle
iltihabın gazlı bez ile sürekli olarak dışarıya atılması gerektiğini söyledi... Ve 24 saat
daha bu halde kalması durumunda ölebileceğini de ilave etti, kan zehirlenmesinden... Tam bir
hafta hastanede yattı... Sonra eve aldım... Hergün düzenli olarak pansuman yaptım, iki toz ve
iki krem ile... Bir ay içinde topladı kendini ve eski haline döndü... Tekrar aynı yere bıraktım...
Tabii ki fabrika sahibi uyarılmıştı gereken kişiler tarafından... Her hafta gidiyorum, şükür
keyfi ve sağlığı yerinde... Zayıf namussuz, ekmek yemiyor... İşte daha önce dediğim hatanın
sonucu... Bebekliğinde hep hazır mama yemişti... Neyse, şimdilik bir sorun yok... Umarım olmaz da...
Olmuş... İkincisi... Yine araba altına girmiş... Bu sefer biraz daha iyi imiş :))) ... Fabrika sahipleri
sağolsunlar hemen veteriner çağırıp müdahale altına alınmasını sağlamışlar... Sol arka bacağında şimdi bir
platin var... Kırılmış... Bu sefer çabuk toparladı... Zayiat az... Fabrika sahipleri, fabrika sınırındaki
Koç'un geçebileceği genişlikte olan demir parmaklıkları, aralarına ek çubuk yaparak daralltılar ve gün boyu
bağlı kalmasını sağladılar, o nun güvenliği için... Koç !!! delisin !!! Arabalara saldırılır mı ? Her hafta
sonu gittim... Toparladı kendisini... Fabrika sahipleri o nu çok sevmiştiler ve hala seviyorlar... Tanrı
huzurunda hepsine minnet duyuyorum... Her hafta sonu düzenli olarak o nu ziyarete gidiyorum, çok sevdiği
konserve et maması (söylemesi ayıp 2 kutu) götürüyorum... İyi...
Gelelim 23 Temmuz 2005 Cumartesi gününe... İyi değil... Kötü son, ki bir zaman bizlerin de başına gelecek,
bu kışı çıkartamaz sanırım... Çok bitkin... Yaşlandı elbette... Ömürleri 13 - 15 yıl... O nu kaybedeceğim...
Artık başka bir şey yazmak istemiyorum... :((((((((((((((((((
Devam edecek... O'nu toprağa verene kadar !!!