|
||
History early history 1964-1974 after 1974 Articles Documents
|
Bu
bildiri iki ana bölümden oluşmaktadır. Amerika'ya özgü
nitelikler ve bu niteliklerin Amerikan dış politikasına
etkileri birinci bölümü, Amerikan dış politikasında
insan haklarının oynadığı rol ikinci bölümü
oluşturmaktadır. Birinci bölümde ilk olarak Amerikalıların
kendilerini diğer uluslardan farklı kıldığına
inandıkları iki özellik üzerinde durulacak ve daha sonra bu
özelliklerin Amerikan dış politikasını belirli dönemlerde
nasıl etkilediği irdelenecektir. İkinci bölümde ise,
Amerika'nın insan hakları tanımlaması üzerinde
durulduktan sonra, insan hakları kavramının
Amerikan dış politikasına hangi koşullarda
girdiği ve o dönemde dünyanın içinde bulunduğu durum
tarihsel bir süreç içinde incelenecektir. Bu iki bölümde amaçlanan
ABDnin dış politikasında insan hakları
konusunun bir araç olarak kullanıldığını gözler
önünü sermektir.
Birinci
bölümün ilk kısmında, Amerikan dış politikasını
yönlendiren, Amerikan düşünce yapısını belirleyen
önemli iki kurucu kavram üzerinde durulacaktır. Bu kavramlardan
birincisi Amerikalıların kendi ülkelerini örnek olarak görmeleri
ve tüm insanlığa kusursuz demokratik yapılarıyla
ışık tuttuklarına inanmalarıdır. İkinci
özellik ise Amerikalıların kendi değerlerini bütün dünyaya
yayma sorumluluklarının olduğuna ısrarla inanmalarıdır.
Amerika'nın tarih boyunca sadece kendisinin sahip olduğunu düşündüğü
bu iki özelliğin Amerikan dış politikasına yansıması
önceleri "yalnızlık politikası" (Isolationism)
sonraları da "sorumluluklarını yerine getirme
politikası" (Missionary Policy) olarak kendini göstermiştir.
[1]
İkinci
bölümün ilk kısmında, Amerika'nın insan haklarını
nasıl tanımladığı sorusunun yanıtı
"Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi "(1776)
ve "Amerikan Anayasası nın (1783) insan hakları
ile ilgili bölümleri temel alınarak, ve bu iki çok önemli
belgenin "Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi "
(1948) ile karşılaştırılması ile verilmeye
çalışılacaktır. İkinci bölümün son kısmında
ise ABD dış politikasına insan hakları konusunun
girişi, tarihsel evreleri ile, beş ayrı dönemde ve dönem
başkanlarının politikaları ile birlikte
incelenecektir.
Amerikalıların
kendilerini "dünyada tanrının şehrini"
kurmakla görevli bir millet olarak görmeleri 19. yüzyıla dayanır.
Amerikalıların bu tür bir bakış açısına
sahip olmaları "Eski Ahit teki (Old Testament) kişileri,
İsa'nın yansımaları olarak yorumlayan İncil üzerine
çalışmalar yapmış Ortaçağ alimlerinin etkisi
altında kalmalarının ve kendilerini Tanrı tarafından
seçilmiş, yeni bir ülke sözü verilmiş olan eski İsrailliler
ile karşılaştırmalarının bir sonucudur .[2]
Bu da Amerikalıların kendilerini ahlaksal olarak üstün görmelerini
ve Eski Ahitteki aslına (primitivism)
geri dönüş çabalarını daha anlaşılır
hale getirmektedir. Amerikalılar
tüm dünyanın gözünün onların üzerinde olduğunu, bu
yüzden de "tepenin üzerindeki bir şehir" [3]
(city on top of a hill) gibi olduklarını düşünürler.
Bu perspektiften bakıldığında,
ABD, hep dünyadaki en iyi yönetim ve değerler sistemine
sahip olduğunu ve insanlığın ancak bu değerleri
kabul ederse, barışa
ve huzura kavuşabileceğini düşünmüş ve savunmuştur.
Dünya barışı için Amerikan ahlaki değerlerinin yayılmasının
gerekliliği Amerikalılar için kaçınılmaz bir görev
olmuş ve bu gereklilik Amerika'ya diğer hiçbir devletin sahip
olamayacağı türden bir sorumluluk yüklemiştir.
ABD için asıl sorun, bu yükümlülüğün nasıl
bir yol izlenerek yerine getirilebileceğine karar verilmesi olmuştur.
Amerika, tarihi boyunca, bu sorumluluğunu kendi kabuğuna çekilip
yalnızlık politikası uygulayarak mı yoksa müdahaleci
bir politika uygulayarak mı daha iyi yerine getirebileceğini düşünmüş
ve bu konuda zaman zaman ikileme düşmüştür.
Amerika
Birleşik Devletleri, diğer devletlere karşı
sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken,
ilk dönemlerinde, kendi içinde güçlenebilmek ve kendisini diğer
ülkelerden gelebilecek çeşitli tehlikelerden korumak için yalnızlık
(Infirad) politikasını seçerek, erdem sembolü güçlü bir
model ülke olma uğraşı içine girmiş ve kendisini
Avrupa'ya karşı kapatmıştır. ABD'nin
ilk başkanı olan George Washington "Veda Konuşmasında"
(Farewell Address) Amerikalılara,
denizaşırı ülkelerde özgürlük için aktif
olarak savaşmamalarını ve dünyada baskı altındaki
insanlar için bir "umut feneri" (beacon of hope) olarak
kalmalarını öğütlemişti. Başkan Washington'un
veda konuşması, Amerikaya Avrupa işlerinden uzak
durmasını tavsiye ederken, Monroe Doktrini (1823) de Avrupa'ya
Amerika'nın işlerine karışmaması gerektiğini
söylüyordu.
20.
yüzyıl öncesinde Amerikan dış politikası, dış
politikaya sahip olmamaktı. [4]
Bu dönemde ABD dış politikasında baskın olan iki
tema "tarafsızlık" (neutrality) ve "yayılma"
(expansion) idi. Bağımsızlık Savaşından
sonra İngiliz birliklerine karşı kazanılmış
ikinci zafer olan, 1812 savaşına kadar "tarafsızlık"
teması Amerikan dış politikasında daha çok baskındır,
fakat bu savaştan sonra, Amerikanın güveni yerine gelmiş
ve Amerika yayılma politikasına daha fazla önem vermeye başlamıştır.
[5]
Amerikanın
"yayılma politikası", 1898'lere kadar Amerikanın
Batısına doğru ilerleme uğraşından başka
bir şey değildi, fakat Amerikalılar bu hareketlerine de o
dönemde ahlaki bir değer yüklemeyi başardılar. Kanılarınca
onlar, Tanrı tarafından Kuzey Amerika'ya ilerleme ve demokrasi
getirmek için seçilmiş kişilerdi. Amerikanın tarihi görevi
veya ülkenin tarih içinde ortaya çıkan kaderi diye adlandırabileceğimiz,
tamamen beyaz ırkın üstünlüğünü varsayan, politik ve
emperyalist dozu çok fazla olan bu düşünce, ayni zamanda,
Amerikan karakterini oluşturan kurucu öğelerden biridir ve
Amerikalılar bunu Manifest Destiny diye adlandırırlar.
Amerikaya dışarıdan bakan insanlar için Manifest
Destiny, Amerika'nın büyümesini ve yaptığı savaşları
meşru kılma uğraşından
başka türlü açıklanamaz.
Amerikalılar
kendilerini hep benzersiz bir toplum olarak görmüşlerdir. Yeni kıtaya
göç ederek dini zulüm ve baskıdan uzak kalabilmeyi başarmış
olmaları, daha sonra İngiltere Kralı'na karşı
verdikleri başarılı Kurtuluş savaşı, ve
bunu takip eden milliyetçilik duygusu, Amerikalılarda,
kendilerinin farklı olduğu düşüncesini daha da güçlendirmiştir.
Amerika'nın kültürel ve siyasi olarak diğer ülkelerden
farklı ve çoğu zaman da üstün olduğuna inanması
olarak adlandırabileceğimiz bu "Amerikan Ayrıcalıklığı
nın (American Exceptionalism) izleri daha önce de belirtildiği
gibi Amerika'nın henüz İngiltere'nin kolonisi olduğu dönemlerde
ve kutsal kitapların daki "tepedeki şehir" imajında
çok belirgindir. Amerikan halkı, kendisini diğer uluslardan
ayıran özelliğin, özgürlüğün hayata geçirilmesi ve
yayılması konusunda üstlendiği bu görev olduğuna
inanır. [6]
Amerika
Birleşik Devletleri, diğer devletlere karşı
sorumluluklarını yerine getirmeye çalışırken
zamanla dünyada ve Amerika da ki değişimlerin etkisi ile örnek
ama ayni zamanda dış dünyadan yalıtılmış
bir ülke olmaktan çıkıp, "müdahaleci"
(Interventionist) ve aktif bir dış politika izlemeye başladı.
Theodore Roosevelt' in başkanlığa gelişi ile başlatabileceğimiz,
bu ikinci döneme, ayni zamanda, ABD'nin idealizm den
realizm e geçiş
dönemi de diyebiliriz. Bu dönemde ABD kendisinin diğer devletler
gibi bir devlet olduğunu kabul ediyor gözükmüştür. Bunun
nedeni aslında Amerikan dış politika çıkarlarının,
diğer ülkelerin çıkarları ile çatışmaya başlamasında
yatmaktadır. Bu dönemde karşımızda artık yükümlülüklerini
üstlenmeye hazırlanmış ve yazımızın başında
da belirttiğimiz gibi, ışığı ile diğer
ülkeleri aydınlatmak isteyen ve bunun için görev almaya kararlı
bir Amerika vardır.
Bu
bakış açısını, Amerika'nın güvenliğinin
tüm dünyanın güvenliğinden ayrılamaz olduğu görüşünün
oluşturduğu söylenebilir. Bu dönemde ABD kendi güvenliğini
dünya güvenliği ile özdeş olarak tanımlıyor ve
"görevinin dünyanın neresinde olursa olsun her türlü saldırıya
karşı koymak" [7]
olduğunu düşünüyordu. Başkan Wilson "ulusal gelişmemizi
güven içinde ve kendi koyduğumuz kurallar içinde sağlamakta
ısrarlıyız...[ve] bunu dünyanın her yerindeki bağımsızlığın
ve doğruluğun engebeli yollarında yürümeye çalışan
insanlar için [de] hissediyoruz" [8]
derken aslında bundan sonra dünyanın herhangi bir yerindeki
saldırının, Amerika'ya yapılmış bir saldırı
olarak nitelendirileceğini bildiriyor ve Amerika'yı dünyanın
jandarması haline sokup, ileride gerçekleştireceği
eylemleri önceden meşrulaştırıyordu.
20.
yüzyılın ilk yarısında ki korku ve endişe
ortamında da Amerika kendi ahlaki değerlerini hayata geçirmeye
ve bunları diğer insanlara kabul ettirmeye çalışmıştır.
Bunun için diğer ülkelere, onların özgürlüğünü ve
demokratik değerlerini koruyabilecek güce ve sorumluluğa
sahip tek ülkenin kendisi olduğunu söylemiştir. Fakat
zamanla dünyadaki dengeler ve durumlar farklılaşmış
ve Amerika da söylemini değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bu
bildirinin ikinci bölümü Amerika'nın değişen söylemi
ile ilgilidir. Bu söylem II. Dünya Savaşından sonraki Soğuk
Savaş yılları içinde, Amerikanın Rusya ile
statü olarak eşit duruma geldiği zamanlarda veya yaşanan
kötü deneyimler sonucu dünyadaki imajını değiştirmek
kaygısı ile, bir can simidi olarak sarıldığı
ve 1970'lerden sonra da Amerikan dış politikasının
ayrılmaz bir parçası haline getirdiği, Amerika'nın
insan hakları söylemidir.
İnsan haklarına
tüm dünyada uzun bir süre gereken önem verilmemiştir, çünkü
Amerika Birleşik Devletlerinde ve diğer ülkelerde dış
politikanın nasıl olacağını belirleyen kişiler,
hükümetlerin yükümlülüklerinin, kendi ulusu ve ulusal alanı
ile sınırlı olduğunu düşünmüşlerdir. Bu
düşünce tarzı, bu kişilerin insan hakları
ihlallerini sadece ulusal bir mesele veya içişleriyle ilgili bir
konu olarak görmelerine yol açmış, diğer devletlerin
vatandaşlarının sivil ve siyasi haklarının, dış
politika hesaplarında yer alamayacağı fikrini de
beraberinde getirmiştir. Bu durum ancak II. Dünya savaşından
sonra düzelmeye başlamış veinsan
hakları, dünyanın ve Amerikanın gündemine II. Dünya
savaşı sırasında Almanların milyonlarca masum
sivili öldürmesi ile gelmiştir.
Amerika
Birleşik Devletlerinde çoğu insan, "insan hakları"
terimini duyduğu zaman ilk önce Amerikan Anayasasında ki
anayasal hakları düşünür. Avrupalıların ve bizim
anladığımız anlamdaki insan hakları ihlalleri
ise Amerikalılara göre "sadece büyük tuzlu suları (denizleri)
geçerek ulaşılan yerlerde olur" [1]
ve bu terim onların kafalarında Avrupa kaynaklı ve
Birleşmiş Milletler ile bağlantılı bir kavramdır.
Yine Amerikalılara göre sadece diğer ülkelerin insan hakları
problemleri vardır. Komünizm karşıtlığı
ile insan hakları onlara göre birbirine denktir ve sonuç olarak
şöyle bir çıkarım yapmalarına neden olur; Komünizm
insan haklarına karşıdır; Amerika Birleşik
Devletleri insan haklarını savunmaktadır; Öyleyse
ABD'nin uluslararası komünizm' e karşı yaptığı
hareketler, insan hakları yararına yapılmış
hareketlerdir. [2]
Amerika'nın
insan haklarına olan ilgisinin artması II. Dünya Savaşının
sonuna, Eleanor Roosevelt' in "İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesinin" hazırlanmasında başkanlık
etmesi dönemine rastlar. O dönemde Amerika, insan haklarının
korunması konusunu dış politikasının temel direği
haline getirdiği için olumlu tepkiler almıştır.
Amerikalılara
göre, "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" nin
ne Önsözü, ne de içeriği kavramsal olarak hiçbir
yenilik getirmemektedir. Tam tersine zaten Amerikanın tarihini oluşturan
önemli belgelerdeki görüşlerin yeniden harmanlanmasıdır.
Böyle olunca da onlara göre bu belge aslında Amerikan düşünce
tarihinin bir ürünü
olarak ta algılanmalıdır. Amerikalılarca, İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi nin Önsözü "Amerikan Bağımsızlık
Beyannamesinin" (Declaration of Independence 1776) ve Franklin D.
Roosevelt' in "Dört Özgürlük Demecinde" (Four Freedoms
1941) bahsettiği insanlığın dört temel özgürlüğünün
bir bileşimi niteliğindedir. [3]
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin kendisi ise Amerikan
Anayasasının değişiklikler (Amendments) bölümünün
ilk 10'nunu içine alan "Temel Haklar Bildirisinde" (Bill of
Rights 1791) koruma altına alınmış olan kişisel
ve siyasal hakları, ve Franklin D. Roosevelt' in "Ekonomik
İnsan Hakları Beyannamesinde" (Economic Bill of Rights
1944) belirttiği ekonomik ve sosyal hakları içeriyordu.
"Amerikan
Bağımsızlık Bildirisi" kendinden önceki "Amerikan
Virginia İnsan Hakları Bildirisi" gibi bütün insanların
eşit olduğunu ve Tanrının onlara yaşama hakkı,
özgürlük hakkı ve mutluluğu arama hakkı gibi
devredilemez haklar bahşettiğini söyler.
Diğer
taraftan Amerikan Anayasası ana bölümünde, insan haklarına
yeteri kadar önem vermediği için, insanların hükümete
devretmedikleri ve kendilerine sakladıkları temel hak ve özgürlüklerden
oluşan, "Temel Haklar Bildirisi ni (Bill of Rights) 1791 yılında,
Anayasa' ya eklemiş ve bu hakları güvence altına almıştır.
Bunu daha sonraki yıllarda köleliğin yasaklanması
(1865), zencilere oy hakkı tanınması (1870), kadınlara
oy hakkı tanınması (1920) ve "Vatandaşlık
Hakları Yasasının" (Civil Rights Act 1964) kabulü
izlemiştir.
"İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesinin" kabul edilmesinden çok önceleri,
bu beyannamenin içinde bulunan fikirlerin, Amerikan Anayasasında
ve Anayasa niteliğindeki tarihi belgelerinde bulunması,
Amerikalılarda kendilerinin
ayrıcalıklı bir toplum oldukları düşüncesini
güçlendirmiştir. Fakat Evrensel Beyannameyi her ne kadar kendi
tarihi dokümanlarına benzetseler de ve beyannamenin oluşturulmasında
ve kaleme alınmasında önemli bir rol oynasalar da, Amerikalılar,
Birleşmiş Milletlerin insan hakları ile ilgili
faaliyetlerine şüphecilikle yaklaşmışlardır.
Bu şüpheci yaklaşımlarının kanıtı
olarak Amerikanın çoğu uluslararası insan hakları
anlaşmalarına taraf olmakta gecikmesini gösterebiliriz. Örneğin
"Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesini"
(International Covenant on Civil and Political Rights) Amerika ancak
1992 Nisanında onaylamıştır. Bu şekilde
davranması, dış politikasında insan hakları
kavramını II. Dünya savaşından beri sürekli olarak
kullanan Amerikanın, insan hakları retoriğinin diğer
devletlerce ciddiye alınmamasına yol açmıştır.
Amerikan
dış politikasında insan hakları iki nedenden dolayı
çok önemlidir. Birinci önem, insan hakları kavramının
içinde "hak" (right) sözcüğünün geçmesi ve Amerikalıların
siyasi bağlamda bu sözcüğe büyük değer vermesinden
dolayıdır. İkinci önem ise, Amerikalıların,
kendi değerlerini, devletlerinin sınırları dışındaki
insanlara kabul ettirmeye çalışırken, bu kavramı sıkça
kullanmalarından kaynaklanmaktadır. [4]
Amerikalılar
insan haklarının dış politikanın ayrılmaz
bir parçası haline getirilişi hareketinde liderlik etmişlerdir,
fakat insan hakları onlar için bir amaç değil bir araç olmuştur
diyebiliriz. Amerikalılar için asıl amaç, ulusal çıkarların
ve ulusal güvenliğin korunması olmuştur. Bu iki temel
prensibin tehlikede olmadığı zamanlarda, insan hakları,
dış politika kararlarının önemli bir parçası
haline gelmiş, ama her zaman onların gerisinde kalmıştır.
Bu yüzden Uluslararası Hukuk Uzmanı, Tom Farer, insan haklarından,
Amerikan dış politikasının "üvey evladı
olarak bahsetmiştir. [5]
Amerika'nın
insan hakları politikası, Amerika'dan farklı seslerin yükselmesine
neden olmuştur. Amerika da farklı siyasetçilerin,
teorisyenlerin ve yazarların insan hakları konusuna değişik
yaklaşımları olmuştur. Michael Ross Fowler, Thinking
About Human Rights adlı kitabının birinci bölümünde
bu kişileri dört ayrı başlık altında toplar:
Geleneksel Düşünürler (Traditional Thinkers), Revizyonist Düşünürler
(Revisionist Thinkers), Hukuki-Düzen Düşünürleri (Legal-Order
Thinkers) ve İki Kutuplu Düşünürler (Bipolar Thinkers). [6]
Geleneksel
düşünürler, [7]
Amerika'nın bir başka devletin içişlerine karışması
olarak gördükleri, insan hakları politikasına sıcak
bakmazlar ve onlarca bu politika etkisiz kalmaya mahkumdur. [8]
Geleneksel düşünürlere karşı çıkan revizyonist düşünürler
[9]
için insan hakları politikası günümüzde kaçınılmazdır,
çünkü yeni dünya düzeni [onlara göre] yeni bir Amerikan dış
politikası gerektirmektedir. [10]
Revizyonist
düşünürlerin yanında, geleneksel düşünürlere ise
karşı yer alan, Hukuki-Düzen düşünürlerine [11]
göre, Amerikan dış politikası Makyavelci ulusal çıkar
hesaplamaları üzerine değil, ahlak, adalet ve uluslararası
kanunlarla formüle edilmelidir. Onlara göre ahlaki açıdan doğru
olan bir dış politika insan haklarını her yerde
zaten korur.
Son
olarak, geleneksel düşünürlerle ayni paralelde olan İki-Kutuplu
düşünürlere [12]
göre insan hakları politikasının en ufak bir yanlış
uygulanışı ABD'nin aciz olduğunu gösterir. Onlara göre
komünizme karşı savaşmakla, insan haklarının
arasında yakın bir ilişki vardır. [13]
Bu grubun ünlü düşünürlerinden olan Samuel Huntington 'a göre
dünya işlerinde ABD'nin gücünün veya etkisinin her artışı,
genellikle dünyada özgürlük ve insan haklarının daha iyi
bir duruma gelmesi ile sonuçlanır. "Amerikan gücünün yayılması,
özgürlüğün yayılması, ile ayni anlamda değildir
fakat dünyada özgürlük ve demokrasinin yükselişi ve düşüşü
arasında belirgin bir bağlantı vardır. [14]
Amerika
Birleşik Devletlerinin dış politikasına insan hakları
konusunun girişini Jack Donnelly International Human Rights
isimli kitabında dört ayrı
safhaya ayırmıştır. 1945-1948; 1949-1973;
1974-1980; ve 1981-1988. [15]
Bildirimizin ikinci bölümünün bu son kısmında amacımız
Jack Donnellynin vermiş olduğu tarihleri temel olarak alıp,
Amerikanın bu dönemlerdeki insan hakları politikalarını
ayrıntılı biçimde incelemek ve bu dört safhaya bir beşincisini
eklemek olacaktır.
1945-1948
yılları arasındaki dönem İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinin kabulü ile sona eren heveslilik dönemidir.
1949-1973 yılları arasındaki dönem ise soğuk savaşın
rekabet ortamının başlaması ile, insan haklarının
ikinci plana atıldığı dönem olarak adlandırılabilir.
Soğuk savaşın ilk yıllarında ve Vietnam savaşına
karşı tepkilerin gelişmeye başladığı
bu yıllarda, insan hakları konusu, adeta ortadan yok olmuş
ve o zamana kadar insan hakları ile ilgili olarak yapılan
ilerlemeler de sekteye uğratılmıştır. Orta ve
Doğu Avrupaya 1948'de Demir Perdenin girmesinden ve 1949'da Çindeki
son komünist zaferden sonra, insan hakları, süper güç çatışmasının
devam ettiği alanlardan biri haline gelmiştir. İnsan
Haklarını iki süper güç de kendi taktik manevralarında
diğerine karşı kullanmıştır. [16]
İnsan haklarının
tanımı üzerindeki ideolojik anlaşmazlıklar Soğuk
savaş süresince artmış ve 1950'lerde insan hakları
bir propaganda silahı haline gelmiştir. 1950'ler boyunca ve
1960'ların neredeyse tümünde ABD'de insan hakları konusunda
faaliyet gösterenler gerçekçi olmayan liberaller ve önerileri de ütopik
olarak görülüyordu. [17]
Fakat daha sonraları, Amerikan dış politikası karar
mekanizmalarında, insan haklarına geniş yer veren yerel
politik güçler etkisini göstermeye başlamıştır.
1960'lı yılların sonlarında insan hakları
konusu, ABD-Üçüncü
dünya ülkeleri ilişkilerine verilen önem sonucu, Amerikan dış
politikasına yeniden girmiştir.
1970'lerde ülkelerin
insan haklarını, ikili dış politika ilişkilerinde
kullanmaları gözlenmeye başlanmıştır. Ve yine
1970'li yıllarda insan hakları konusu ABD dış
politikasında ilerleme kaydetmeye başlamıştır.
1970'lerin başlarında uluslararası politika' da
enerji krizi, nükleer silahsızlanma, ve Detente temel ilgi
alanlarıydı. Fakat, Vietnam savaşının sonu, ve
sonrasında Detente politikasının çöküşü, ABD dış
politikasındaki insani içeriğin azlığını
[1]
gözler önüne serdi.
1970'li yılların
başında Kongrenin bazı üyeleri, Nixon-Kissinger
ikilisiyle Amerikan dış politikasının geleneksel
Amerikan değerlerinden uzaklaştığını
hissetmeye başladılar. Bazı üyeler bu ikilinin
politikalarının çok Makyavelist ve ahlakdışı
olduğunu savundular. [2]
Bunun üzerine Kongre 1973'te ABD'den yardım alan ülkelerin, insan
hakları uygulamaları ile Amerikan dış yardımını
birbirine bağlamayı tavsiye etti. 1975te bu bağ
zorunlu hale getirildi.
1974-1980 yılları
arasındaki dönem insan haklarına olan ilginin yeniden artması
dönemi olarak adlandırılabilir. 1975 yılında,
Vietnam savaşının sona ermesinden sonra hem iç, hem de
uluslararası topluluklar, ahlaki içerikten yoksun olduğunu düşündükleri,
ABD dış politika hareketlerini sorgulamaya başladılar.
Bir çok insan Vietnam savaşını Amerika'nın
ahlaki liderliğini terk ettiğinin işareti [3]
olarak görmeye başladı.
İkinci olarak
Watergate skandalı, özgürlüğün ve demokrasinin dünyada
temsilcisi olup, özgürlük ve demokrasiyi koruması ve ileri götürmesi
için güvenilen kişilerin de ahlaksal olarak bozulmuş
olduklarını ortaya çıkardı. Artık ABD hükümeti
kendini insan haklarının koruyucusu ve adil olmayan rejimlerin
düşmanı olarak nasıl gösterecekti? Daha da önemlisi
artık ABD, komünist dünyaya kendi ahlaki ve ideolojik üstünlüğünü
nasıl kabul ettirecekti? [4]
Vietnam ve Watergate olayları,
ABD hükümetinin artık zayıflamış ve ahlaksal
olarak çökmüş bir ülke olduğu korkularını arttırırken,
Soğuk savaşın Detente dönemine geçmesi ve bu sırada
küresel konularda Sovyetler Birliğinin eşit bir ortak olarak
kabul edilmesi Amerika'yı daha çok etkiliyordu. [5]
Bu dönemlerde söz konusu olan eşitlik, dikkati Amerika'nın
en güçlü tek devlet olmayışına çekiyordu. Bu da
Amerika'nın diğer devletlerin özgürlüğünü ve haklarını
koruyabilecek tek ülkenin Amerika olduğu söylemini, artık değiştirmesi
gerektiği anlamına geliyordu. O zamanlarda bu iki süper güç
arasındaki eşitliğin sembolü, nükleer silahlanmada her
iki tarafa da eşit haklar veren SALT anlaşmasıydı. Tüm
bu sebepler den dolayı bu dönemde, ABD'nin kendi ideolojisini,
ahlaki açıdan, daha iyi olarak kabul ettirmesi için, güçlü bir
insan hakları politikası, cazip bir fikir haline geldi. [6]
Amerika'nın içinde
bulunduğu bu durumda, 1977 yılında Başkan seçilen
Jimmy Carter "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi nin
13. yıldönümünde yaptığı konuşmada, insan
haklarının ABD dış politikasının ruhu olduğunu
söyledi, fakat insan hakları politikası onun icat ettiği
bir şey değildi. O, insan hakları politikasını
uygulamıştı, çünkü bunu yapmanın Amerika'nın
ulusal çıkarlarına hizmet edeceğine inanıyor ve
insan hakları konusunun Amerikan değerleri ile örtüştüğünü
düşünüyordu.
1981-1988 yılları
arasındaki dönem başarısızlıkla sonuçlanan,
"insan haklarını tekrar ikinci plana atma dönemi"
olarak adlandırılabilir. Ronald Reagan'ın 1980 yılında,
Carterın insan hakları politikasına karşı başkanlık
kampanyası yürütmesi, insanların aklına, insan hakları,
yine 1950'lerdeki gibi ikinci plana mı atılıyor sorusunu
getirdi. Fakat 1981 yılında, Kongre, Reagan yönetiminin insan
hakları konusunu dış politika gündeminden çıkarmasını
önledi.
İki kutuplu düşünürler
grubu içine dahil edebileceğimiz Ronald Reagan, komünizm' e karşı
savaşmakla, insan haklarına hizmet ettiğini düşünüyordu.
Carter gibi Reagan da yaptığı konuşmalarda insan
haklarının, dış politikanın tek amacı olduğunu
ve Amerikan insanının gelenekleri ile dış politika
arasındaki bağı kuran tek şeyin insan hakları
konusu olduğunu belirtiyordu. "Reagan yönetiminde, insan
haklarını ilerletmek ile, ABD'nin jeopolitik çıkarlarını
ilerletmek, ileri götürmek arasında bir doğru orantı
vardı." [7]
Bu yüzden "Reagan ve danışmanları, Komünizmi
devirmek, Sovyetler Birliğini demokratikleştirmek için insan
haklarını bir araç olarak kullandılar." [8]
1989 yılından
günümüze kadar getirebileceğimiz dönemi insan haklarının
dış politikada kullanılmasının "kaçınılmaz
hale gelme dönemi" diye adlandırabiliriz. Ilımlı
Bush yönetimi ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasından
sonra yaratılan uluslararası çevre sayesinde, insan hakları
politikası Amerikan dış politikasında daha da
belirgin bir hale gelmiştir. Bush ve Clinton yönetimlerinde
Amerika'nın yaymak istediği asıl hedef, diğer başkanların
idareleri döneminde de olduğu gibi, kapitalizmdir. Onlara göre
insan hakları , kapitalizmin gelişmesiyle bağlantılı
bir demokrasi ile gerçekleşebilir, ve bunun belirli öncelikleri,
serbest seçimler ve serbest girişimdir. Günümüzde Clinton'ın
tutturduğu orta yol, devamlı olarak insan haklarının
öneminden bahsetmek, demokrasinin önemli bir şey olduğunu söyleyip,
yaptırmak istediği şeyleri sert tedbirlerle değil, o
ülkelerle iş ve kültür ilişkileri kurarak ve o ülkeleri
destekleyerek yapmaları gerektiğini, çünkü o ülkelerin
Amerika'nın dostu olduğunu anlatmaktır. Günümüz
Amerika sın da insan hakları, kapitalizm ve demokrasiden sonra
gelen en önemli kavramdır ve çağımızın güçlü
bir siyasal imgesi haline gelmiştir. Dünyada hiç bir ulus insan haklarına kayıtsız kalamamaktadır. Amerika'nın insan hakları seslenişine cevap vermemek insan olduğumuzu reddetmek gibi anlaşılacağından, ister istemez herkes kendini böyle bir seslenişe cevap verme durumunda hissetmektedir. Zaten böyle hissettiği ve Amerika'nın seslenişine dönüp baktığı anda da kendisi bu söylemin içinde bir konum edinmektedir. [9] Bu konum ise ona özgürleşme değil, tam tersine Amerikan ideolojisinin üstünlüğüne hizmet eden bir söylemin aracı haline gelme olanağını vermektedir. Devletlerin kendi sınırlarını aşması ve kendi fikirlerini kabul ettirmesi ancak bu şekilde olmaktadır. Bu da Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi düşüncesini ve değerlerini meşrulaştırma şeklidir. Bu konu ile ilgili söylenen ve yapılanlarda bu meşrulaştırma kaygısını görmemek mümkün değildir kanısındayım.
[1] Henry Kissinger. Diplomasi. Çev. İbrahim H. Kurt. Ankara: İş Bankası, 1998, s. 2. [2] Nina, Baym, et al., eds. The Norton Anthology of American Literature. 3. Kısaltılmış Basım. New York: Norton, 1989, s. 3. [3] John, Winthrop. A Model of Christian Charity (1630) içinde The Norton Anthology of American Literature. Nina Baym, et al., eds. New York: Norton, 1989, s. 24. [4] Kissinger, op. cit., s. 20. [5] Jerald A. Combs. The History of American Foreign Policy. 1. Cilt. New York: Knopf, 1986, s.2. [6] Kissinger, op.cit., s. 28. [7] Ibid, s. 31. [8] Ibid. [9] Jack, Donnelly. International Human Rights. Oxford: Westview, 1993, s. 101. [11] Bu dört temel özgürlük Münci Kapaninin İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları. (Ankara: Bilgi, 1991, s.21) isimli kitabında şu şekilde Türkçeye çevrilmiştir: Söz ve anlatım özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ve korkudan kurtulma özgürlüğü. [12] James, Mayall. The United States. Foreign Policy and Human Rights: Issues and Responses. Ed. R. J. Vincent. Cambridge: Cambridge UP., 1986, s.165. [13] Tom Farer dan aktaran Lars, Schoultz. Human Rights and the United States Policy toward Latin America. New Jersey: Princeton UP, 1981, s. 109. [14] Çeviriler bana aittir. [15] Geleneksel Düşünürlerden bazıları Kenneth W. Thompson, George F. Kennan ve Hans Morgenthaudur. [16] Michael Ross Fowler. Thinking About Human Rights: Contending Approaches to Human Rights in U.S. Foreign Policy. Lanham: UP of America, 1987, s. 27. [17] Revizyonist düşünürlerden bazıları Zbigniew Brzezinski, Jimmy Carter ve Cyrus Vancedır. [18] Fowler, op. cit., s. 25. [19] Amerikada Hukuki-Düzen Düşünürlerinin çoğu Amerikalı Hukukçulardır. [20] İki-Kutuplu Düşünürlerin bazıları, Jeane Kirkpatrick, Elliot Abrams, Ronald Reagan, Henry Kissinger ve Samuel Huntingtondır. [21] Fowler, op.cit, s. 51. [22] Samuel, Huntington. Human Rights and America. içinde Commentary. 72(1981): 37-43 s. 37. [23] Donnelly, op. cit., s. 99. [24] Donnelly, op. cit. S. 7. [25] Schoultz, op, cit. S. 109. [26] Tony, Evans. US Hegemony and the Project of Universal Human Rights. New York: St. Martins, 1996, s. 162. [27] David P. Forsythe. Human Rights and U.S. Foreign Policy: Congress Reconsidered. Gainesville: U of Florida P., 1988, s. 1. [28] Evans, op. cit., s. 163. [29] Ibid, s. 164. [30] Ibid, s. 166. [31] Ibid, s. 167. [32] Cynthia Brown., ed. With Friends Like These: The Americas Watch Report on Human Rights and U.S. Policy in Latin America. New York: Pantheon, 1985, s. 239. [33] Kissinger, op. cit. S. 735. [34] Benzer bir görüş için bkz: Louis, Althuser. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. Çev. Yusuf Alp ve Mahmut Özışık. İstanbul: İletişim, 1994. Kaynakça Abramowitz,
Alan I. "The United States: Political Culture Under Stress." The
Civic Culture Revisited.
Eds. Gabriel A. Almond ve Sidney Verba. Newbury Park, California: Sage,
1980. Althusser,
Louis. İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları.
Çev. Yusuf Alp ve Mahmut Özışık.
İstanbul: İletişim, 1994. Baym,
Nina, et al., eds. The Norton Anthology of American Literature. New
York: Norton, 1989. Brown,
Cynthia, ed. With Friends Like These: The Americas Watch Report on
Human Rights
and U.S. Policy in Latin America. New York: Pantheon, 1985. Carter,
Jimmy. Keeping Faith: Memoirs of a President. New York: Bantam,
1982. Combs,
Jerald A. The History of American Foreign Policy. 2 cilt. New York:
Knopf, 1986. Crabb,
Cecil V. Jr. The Doctrines of American Foreign Policy: Their Meaning,
Role and
Future. London: Louisiana State UP, 1982. Donnelly,
Jack. International Human Rights. Oxford: Westview, 1993. Evans,
Tony. US Hegemony and the Project of Universal Human Rights. New
York: St. Martin, 1996. Forsythe,
David P. "American Foreign Policy and Human Rights: Rhetoric and
Reality."
içinde Universal
Human Rights 2,3 (1980): 35-54. ---.
Human Rights and U.S. Foreign Policy: Congress Reconsidered.
Gainesville: U of Florida
P., 1988. ---.,
ed. American Foreign Policy in an Uncertain World. Lincoln: U of
Nebraska P., 1984. Fowler,
Michael Ross. Thinking About Human Rights: Contending Approaches to
Human Rights in U.S. Foreign Policy.
Lanham: UP of America, 1987. Fraser,
Donald M. "Freedom and Foreign Policy" içinde Foreign Policy
26 (1977): 140-56. Hill,
Dilys M., ed. Human Rights and Foreign Policy: Principles and Practice.
Basingstoke, Hampshire:
Macmillan, 1989. Human
Rights and U.S. Foreign Policy: United States Policy toward South Africa.
New York:
Lawyers Committee for Human Rights, 1989. Huntington,
Samuel P. "Human Rights and American Power." içinde Commentary
72 (1981):37-43. Kapani,
Münci. İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları.
Ankara: Bilgi, 1991. Kissinger,
Henry. Diplomasi. Çev. İbrahim H. Kurt. Ankara: İş
Bankası, 1998. ---.
Diplomacy. New York: Simon, 1994. Korey,
William. The Promises We Keep: Human Rights, the Helsinki Process and
American Foreign Policy. New York: St. Martin's, 1993. Mayall,
James. "The United States."
içinde Foreign Policy and Human Rights: Issues and Responses.
Ed. R. J. Vincent.
Cambridge: Cambridge UP, 1986. Mower,
A. Glenn. Human Rights and American Foreign Policy: The Carter and
Reagan Experiences.
New York: Greenwood, 1987. Queen,
David, ed. Reflections on America and Americans: Essays on American
Society and Character.
Washington D.C.: USIS, 1988. Schoultz,
Lars. Human Rights and the United States Policy toward Latin America.
New Jersey: Princeton UP,
1981. Ünal,
Şeref. Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları
Hukuku. Ankara: Yetkin, 1997. Vincent,
R. J., ed. Foreign Policy
and Human Rights: Issues and Responses. Cambridge:
Cambridge UP, 1986. Winthrop,
John. "A Model of Christian Charity" (1630) içinde The
Norton Anthology of American
Literature.
Eds. Nina Baym et al. New York: Norton, 1989.
|