Salı, Ocak 31, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (21)

Ambrose Bierce, son duydukları karşısında o kadar şaşkındı ve o kadar düşünceliydi ki şehirden uzaklaştığını, ağaçların seyrekleşip iklimin değiştiğini fark edemedi. Susadığında anladı ki çöldeydi. Buraya nasıl geldiğini bile anlayamamıştı, çaresizlikle diz çöktü. Ona doğru yürüyen bir adamı sonradan farketti. “Kimsin?” diye sordu.

“Bana Gerçek diyebilirsin” diye yanıtladı Adam. “Bana tapanlar yaşadıkları yerlerden kovulduklarında yakınlarında olayım diye burada yaşıyorum. Hepsi er ya da geç buraya düşerler”

“Öyle mi?” diyerek etrafına baktı Ambrose Bierce. “yol boyunca tek bir insanla karşılaşmadım ben”.

Geldiğin yerden buraya pek gelen olmaz da ondan” dedi Gerçek.

Pazartesi, Ocak 30, 2006

Batman, Led Zeppelin ve Şeytan


Senelerdir duyduğum bir şehir efsanesidir: bazı grupların, şarkıcıların şarkıları tersten çalındığı zaman ortaya şeytani ilahiler çıkmaktadır. Led Zeppelin ve Eagles gibi gruplar hakkında buna benzer pek çok efsane ortaya atılmıştır.

İşin bizi ilgilendiren tarafı, Frank Miller’ın unutulmaz eseri Dark Knight Returns’deki bir yan hikaye. Kitabın “The Dark Knight Triumphant” adlı ikinci bölümünün bir sayfasında, televizyonda Peder Don’dan, Led Zeppelin’in “Stairway To Heaven” şarkısının tersten çalınması sonucunda ortaya şeytani bir dua çıktığını öğrenen Arnold Crimp adlı bir müzik dükkanı çalışanının, yaptığı deney sonucunda bunun doğru olduğunu öğrenmesi ve ardından bir tabancayla porno filmler oynatan bir sinemaya giderek üç kişiyi öldürmesi anlatılır. Gittiği filmin adı, “Stairway To Heaven”ı tersten çaldığı zaman duyduğu birkaç sözcükle aynıdır: “My Sweet Satan”.

Geçenlerde bir arkadaşım, 2004’te Yeni Şafak gazetesinde yayımlanmış “Şeytan, Rock Müziğin Tam Kalbinde” başlıklı bir yazı gönderdi. Yazıda, yukarıda bahsi geçen gruplar dışında, pop ve rock dünyasının pek çok ünlü isminin şarkılarına şeytani mesajlar gizlediklerinden bahsediliyor. Gazetenin konuyu ele alış biçiminden bahsetmeyeceğim (“Like A Prayer” şarkısını “Bir Mümin Gibi” şeklinde çevirdiklerini söylemeden geçemeyeceğim) dileyen aşağıdaki link’i takip ederek yazıya ulaşabilir. Yazıda Jeff Milner’la internet üzerinden görüştükleri belirtilmiş.

Jeff Milner, internet sitesinde, çeşitli şarkılar tersten çalındığında, ortaya nasıl sonuçlar çıktığını sergilemiş. Sitesindeki şarkılardan ilki Led Zeppelin’in “Stairway To Heaven”ı. Şarkının “If there’s a bustle in your hedgerow, don’t be alarmed now” şeklinde başlayan kısmı, tersten çalındığında ortaya “Oh, here’s to my sweet satan” şeklinde başlayan saklanmış bir parça çıkıyor. Şarkılar tersten çalındığında ortaya sadece satanist mesajlar çıkmamış tabii ki.

Jeff Milner sitede, şarkıları nasıl tersten dinlediğini de açıklamış. Ben de, bir araştırmacı gazeteci tavrıyla, “Stairway To Heaven”ı Milner’ın anlattığı şekilde tersten dinledim ve sonuç aynı oldu. Bir şehir efsanesi daha böylece çözümlenmiş (mi) oldu (?)

http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2004/aralik/21/g07.html

http://jeffmilner.com/backmasking.htm

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (20)

Ambrose Bierce büyük bir mağazaya girdi. Mağaza o kadar büyüktü ki derin düşüncelere dalmış olan Bierce bile bu ihtişama şaşkınlıkla bakıyordu. Duvarda asılı duran yazı ilgisini çekti.

İstediğinizi bulamıyorsanız, sorun gösterelim

Hemen mağaza yöneticisine yöneldi. Hafif kekeleyerek, hayal kırıklığına uğramaktan korkarak Aziz Tuna’yı aradığını söyledi. Yönetici, tezgâhtarlardan birini yanına çağırıp şöyle söyledi:

“Oğlum, bu beye dünyayı göster

Ambrose Bierce anlamamıştı, yanlış anlaşıldığını düşündü, tezgâhtar alışkanlıkla, ama kendini heyecanlı göstermeyi bilerek ve hep gülümseyerek anlatmayı sürdürdü. Çoktan caddeye çıkmışlardı

kısacası her yer ona ait” dedi. Kafası iyice karışmıştı, adama teşekkür edip ayrıldı.

Pazar, Ocak 29, 2006

Can Yalçınkaya Röportajı

Serüven ekibinden arkadaşlarımızla yaptığımız röportajları sürdürüyoruz. Bu röportajları hayata nasıl baktığımızı göstermesi açısından önemsiyoruz. Bu defa Çizgili Hayat Kılavuzu ve Serüven yazarlarından arkadaşımız Can Yalçınkaya ile konuştuk. Can, ODTU’de Kültürel Çalışmalar Bölümünde L-Manyak-Lombak ekolü/dergileri hakkında yüksek lisans tezi yazıyor. Aşağıda alıntılar yaptığımız röportajın tamamı www.seruven.org sayfamızda…

Fakat annem ve ilkokul öğretmenim Abidin Bey çizgi romanlar hakkında hiç iyi şeyler düşünmüyorlardı (…) Koleksiyoncu olduğum pek söylenemez, ben daha ziyade bir çöpçüyüm; herhangi bir şeyi sistematik olarak toplamıyorum (…) Bir seferinde bir büyüğüm “hayatımı kıs kıs gülecek nedenler arayarak” geçirdiğimi söylemişti (…) Benim için hikâye önemlidir. Kötü yazılmış fakat olağanüstü resimlenmiş bir çizgi romanı iyi yazılmış fakat kötü resimlenmiş bir çizgi romana göre daha çabuk unuturum (…) Gırgır ekolündeki dergilerde de, üçüncü sayfadaki karikatürlerin mevzubahis kuşak tarafından pek fazla okunduğunu düşünmüyorum (…) Kötü Kedi Şerafettin, L-manyak ve Lombak’ta yayımlanmış en popüler işlerden biri olması da göz önüne alınırsa, kanımca, Lombak’ın ruhunu yansıtan en belirgin çizgi romandır (…) sanatçılar ve marjinal olmaktan çok marjinal olmak isteyen insanların gözde mekanlarından biri oldu sanırım (…) bütünüyle pornografik olan, porno için porno yapan çizgi romanlar/çizgi filmlerle çok ilgilenmediğimi belirtmeliyim.

south park protesto ediliyor(muş)

bugün bir protestoya katılmamı öneren bir mail aldım…south park çizgi filminin bir bölümünde müslümanlığa yönelik alaycı bir şarkı yer almış, yayıncı kuruluşa protesto e-postası gönderiliyormuş, bir de metin eklenmiş … anladığım kadarıyla bu dolaşımda olan bir mail … yazılan metin ise sadece yayıncıyı tehdit etmiyor, hıristiyanlığa karşı saldırgan bir iddia taşıyor.

insanlar bilmedikleri, tanımadıkları olgulara karşı daha kolay yargılarda bulunuyorlar… örneğin bu e-postayı görerek sinirlenen –ya da her yere gönderen- insanların bu çizgi filmi seyrettiklerini sanmıyorum… gerekli mi diye sorulabilir? south park müdavimi değilim, her bölümünü izlemiş değilim ama bu kadar geç saatte gösterilen bir yapım zaten farklı-rahatsız edici ve radikal bir içerik taşımaktadır onu biliyorum… büyük dinlerin tamamına karşı eleştiriler yapılıyor, onu da biliyorum… otorite eleştirisi, estetik (ve komikleştirilmiş) bir isyan daima var south park’ta…

kaldı ki söz konusu şarkıyı çizgi filmde kim söylüyor o da önemli.. çünkü italya denilince pizza, ispanya deyince boğa güreşi, paris deyince parfüm diyen-daha fazlasını bilmeyen ortalama amerikalının önyargılarıyla gerçekten iyi dalga geçiliyor south park’ta. her kesimden tepkiler aldığı için geç saatlerde yayınlanıyor zaten. uzun lafın kısası başka dinler, örneğin yahudiler, katolikler, protestanlar da eleştirilmişler, bu tür şarkılara-esprilere konu olmuşlardır…

bağlamını bilmeden söylüyorum-sözleri gördüm, şarkıdan rahatsız olunabilir, bunu anlarım…ama şu var, şarkıyı ayrımcı-tektipleştirici, etik dışı bularak bir protesto yapılmıyor, müslümanlık sizinki gibi yüzde yüz bozulmuş (tahrif edilmiş) bir din değildir deniyor… işte bu mantık rahatsız edici…

selamlar, kolaylıklar...

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (19)

Çiko, uzunca bir süredir sofra arkadaşlığı yaptığı Balaban’ın hırçın ve dik başlı olduğunu düşünüyordu, bunu söyledi de ona: “Yanlış anlama, başımıza gelenlerin, çıkan her türlü kavganın senin yüzünden çıktığını iddia edecek değilim. Ama sen de kabul etmelisin ki fazlasıyla sinirlisin”. Balaban, yeni arkadaşının serzenişini kabullendiğini gösterir biçimde kafasını salladı.

“Bana söz vermeni istiyorum. Sinirlendiğin zaman yüze kadar sayıp sonra yapacaksın yapacağını”

Balaban söz verdi. Çiko ciddi bir ifadeyle tekrar sordu: “Söz mü?”. Balaban başıyla onaylayınca Çiko masadaki büyük şarap testisini Balaban’ın kafasına indirdi.

Balaban, verdiği söz uğruna yüze kadar saymaya başladığında Çiko atına doğru yöneldi. Onu gören Balaban, tereddütler geçirse de daha elliye gelmeden kalkıp Çiko’yu kovalamaya başladı.

“Tulumba tatlısını bana ayırmadan mideye indirmeyecektin Balaban”.

Bu herkes tarafından bilinen, bilindiği için pek anlatılmayan bir hikâyedir. Bir rivayete göre şarap testisini Balaban’ın kafasına indiren ve iki dostun arasını bozan Binbir Surat’tan başkası değildi.

Cumartesi, Ocak 28, 2006

Comic Book Villains

Önümüzdeki salı akşamı cnbc-e kanalında Comic Book Villains (2002, James Robinson) adlı çizgi roman ile ilgili bir film var. Filmin vasatın üstüne çıkmayan bir komedi olduğu, çizgi roman fanları dışında kimseyi o kadar eğlendirdimediği söyleniyor. Herşeye rağmen meraklısına duyurulur...

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (18)

Gönderdiği çizgi roman için konuşmaya gelen Çizer’e “çok üzgünüm” dedi Yayıncı. “Dün akşam burada Zagorla Süper Mayk arasında çıkan tatsız kavga sonucunda, örnek sayfanızın büyük bölümü okunmaz hale geldi. Üstüne bir şişe mürekkep devrildi. Sonuçta da

Ambrose Bierce adlı adam, Aziz Tuna’yı arıyordu.

üst yazılı ilk kareden başka bir şey kalmadı elimizde. Daha kötüsü çalışmanızı daha önce okuyamadığım için olayların sonraki gelişimini de bilmiyorum. Bir fikrim olsaydı, eksik kareleri kendim tamamlayabilirdim. Eğer anlattığınız hikaye bayatlamadıysa, siz de bana anlatmak zahmetinde bulunursanız, ben de bir yandan çizerim.

Ambrose Bierce adlı adam, Aziz Tuna’yı arıyordu.

Eveett sonra ne oluyor, anlatın lütfen”

“Bu ne saçmalık, hayatımda böyle bir şeyle karşılaşmadım” dedi Çizer. Yayıncı, yarı aralık gözleriyle ona bakarak “siz kaba taslak hikayenin özünü anlatın, biz gerekli süslemeleri yaparız, bilgisayarda renklendiriyoruz...

Ambrose Bierce adlı adam, Aziz Tuna’yı arıyordu.

Nasıl gerisi?”

Yayıncı sayfaya o kadar odaklanmıştı ki Çizerin kalkıp gittiğini duymadı. Kafasını kaldırdığında o soğuk odada Çizgi Roman Sanatını tahta iskemlenin üstündeki ılık bir bölge temsil ediyordu.

Ambrose Bierce adlı adam, Aziz Tuna’yı hâlâ arıyordu.

Cuma, Ocak 27, 2006

Supaidâ-Man

Toei adlı Japon yapım şirketi, 1978 yılında Marvel'la bir antlaşma imzalayıp Marvel karakterlerinin kullanım hakkını satın almış. Şirketin ilk projelerinden biri de Spiderman live action televizyon serisiymiş. Her ne kadar Toei'deki yapımcılar orjinale sadık kalmak isteseler de Toei'nin sponsorlarından Bandai'nin bastırmasıyla diziye bir robot karakter de eklenmiş ve böylece karşımıza izlemesi eğlenceli, ilginc bir uyarlama çıkmış. Aşağıdaki linkten bu dizinin ilk bölümünü İngilizce altyazılı seyretmek mumkun. Bu başarılı fansub'i yapanı da ayrıca kutlamak gerek onu da ekleyeyim :)

Spiderman Ep1, 1978 Toei

Metal Gear Solid Digital Comic


KONAMI'nin Metal Gear Solid serisi Playstation'ın dama taşlarından biridir. Serinin son oyunu(?) şimdiye kadar alışık olmadığımız bir tarzda çıkıyor, oyuncuların az çok olay akışını belirleyebileceği dijital çizgi roman formatında. Sony'nin yeni oyun konsolu PSP icin üretilecek bu projede çizimler serinin IDW Publishing'ten çıkan çizgi romanlarını da çizmiş olan Ashley Wood'a emanet edilmiş. Bakalım bu proje dijital çizgi romanların gelişimini nasıl etkileyecek, zira projenin videosu ilgi uyandıracak cinsten.

Galeri
Video

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (17)

Gözlüklü Sami, uzun yıllar süren mahkeme sürecinden sonra bir kahraman olduğunu yargıya ve kamuoyuna tescil ettirmişti. Hafta sonu yapılacak olan Yıllık Olağan Kahramanlar Birliği Genel Kurulu’na katılmak için evden dışarı çıkarken karşısına Camoka çıktı.

“Biz kötü adamlara karşı varolan haksız ve önyargılı tutum Kurulunuza katılmama engel. Ama eğer siz de kabul ederseniz, sizin şahsınızda temsil edilmek istiyorum”

“Elbette lafı mı olur efendim” dedi Gözlüklü Sami. “Kendime yakın bulduğum birine yardımcı olmak zevktir benim için . Sizin yerinize ne söylememi istersiniz?”.

“Kendim için bir şey istemiyorum” diye karşılık verdi Camoka. “Bir vatandaş olarak kendimden önce ülkemin refah ve huzurunu düşünmek zorundayım. Çizgi roman kahramanları atalarının savaşarak kazandıkları onurlarını korumak istiyorlarsa, bu kadar ucuz fiyatlara satılmamalılar. Kendi fiyatlarını belirleyerek ticaretin buyurganlığından kendilerini kurtarmalılar”.

Bir süre sustular, sonra önceden hesaplanmamış güçlü kahkahalar atarak birbirlerine sarıldılar. Gözlüklü Sami, Camoka kılığındaki Binbir Surat’ı tanımamıştı.

Perşembe, Ocak 26, 2006

Serüven'de "Çizgi Roman Hakkında Çizgi Roman"

Serüven’in önümüzdeki sayısında yeni bir bölüme başlıyoruz. “Çizgi roman hakkında çizgi roman” başlığı ve içeriğini taşıyan bu yeni bölümde çizgi roman dünyasını (üreticileri, kahramanları, etkileri vs) ele alan özgün-yerli üretim çizgi romanlar kullanacağız. Önümüzdeki sayıda yayınlanacak olan ilk çalışmamız Serdar Kökçeoğlu'nun yazdığı Hakan Tacal ve Yıldıray Çınar'ın çizdiği “Avcı ve Avcı” adlı 8 sayfalık çizgi roman olacak. Her sayıda kullanacağımız bir köşe olduğu için senaryo ve çizgi olarak katkıda bulunmak isteyen arkadaşlara kapımızın açık olduğunu belirtelim

bilgi@seruven.org

El Laberinto del Fauno

Pan'in Labirenti, son olarak Hellboy'un başarılı uyarlamasıyla takdir ettiğimiz Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro'nun yeni filmi. Del Toro, her ne kadar Mimic, Blade 2 ve Hellboy gibi gişe filmleri tabir edebileceğimiz filmlerle tanınmış olsa da Cronos ve El Espinazo del diablo gibi (ki bence asıl başyapıtları bunlardır) filmlere imza atan bağımsız bir sinemacı.

Borges, Blackwood, Machen ve Dunsany gibi favori yazarlarının izinden giden bir öykü yazdığını belirten del Toro, yeni filminde kendine mekan olarak bir kez daha 1940'lı yılların faşist İspanya'sını seçmiş. Film, İspanya'nın kuzeyinde annesi ve üvey babasıyla kalan küçük bir kızın hayal dünyasını konu ediniyor.

Filmin yeni açılan web sayfasından yayınlanan ilk fragman'a erişmek mümkün.

link

Manson'ın şahidi Jodorowsky mi?


Aralık ayında Marilyn Manson gotik bir düğün ile dünya evine girdi. Müzisyen, dansçı sevgilisi ile evlenmek için Avusturyalı sanatçı Helnwein'in İrlanda'da bulunan gotik tarzdaki kalesini seçmiş. Konukların 19. yüzyıla özgü kostümlerle katıldığı gecenin mimari ise Manson'un yakın dostu olduğu bilinen Alejandro Jodorowsky...
Manson ve uzatmalı sevgilisi Dita Von Teese'e ömür boyu mutluluk diliyor; Manson ve Jodorowsky'yi film haberleriyle de görmek istediğimizi ekliyoruz.

*Evlilik haberlerinin birinde Manson'ın web sitesi için dört tane kısa film yapacağı belirtiliyor. Jodorowsky ile olan projesiyle ilgili haber yok.

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (16)

Bob Morane, Ken Parker ve Baytekin’in de içinde bulunduğu bir keşif heyeti zahmetli bir yolculuktan sonra Everest’in zirvesine vardı. Hemen havaya işaret fişekleri attılar ve başarılarını temsil etmesi için bir bayrak diktiler. Neşe içindeydiler, neden sonra bir Afrikalı yerlinin kendilerine doğru geldiğini gördüler.

“Günaydın” dedi Yerli. “Sizleri görmek güzel de niye geldiniz buraya”

Neredeyse hep bir ağızdan “kahramanız biz, onun gereği olarak geldik buraya” dediler.

“Tamam onu biliyorum da” diye üsteledi Yerli. “Ama bu yolculuğunuzun insanlığa faydası ne? Daha önce bilinmeyen hangi veriye ulaştınız? Hangi gerçeği öğrendiniz?”

Ken Parker “hiç böyle düşünmemiştim” dedi. Baytekin yerli uzaklaşırken “Mars’a gitmeliydim” diye söyleniyordu. Bob Morane “ben hiç boşuna yolculuk yapmadım, yerlinin söylediklerinde bir şifre olmalı” diye bir iddiada bulundu. Uzun süre durdular orada, ama hava dayanılacak gibi değildi, tekrar aşağı inmeye başladılar. Bir ara birisinin çığlık çığlığa birine seslendiğini, aynı ismi onu arar gibi tekrarlayıp durduğunu duydular. Duraladılarsa da tipi yüzünden aşağı inmeye devam ettiler.

Çarşamba, Ocak 25, 2006

zombi naziler para bekliyor..

Hollandalı bir grup bağımsız sinemacı Worst Case Scenario adlı filmleri için para bulmak amacıyla promo videoları hazırlıyorlar. Neler yapabileceklerini göstermek amacıyla hazırladıkları bu 2 videoya grubun web sayfasından erişmek mümkün.

link

po-man (vrooom)

daha önce bir yerlerde konuşuldu mu bilmiyorum, epeydir gazeteleri takip edemediğim için işin magazin (ya da üreticileriyle ilgili mutfak) tarafını bilmiyorum. bir süredir (sanırım bir ay kadar oldu) televizyonlarda petrol ofisinin po-man (ya da poman) adlı reklâm (hayır süper!) kahramanı ile ilgili kampanyalar izliyoruz. çizgi roman havasında üst yazılar, kareler-paneller kullanılıyor, sonra filme geçiliyor “devam edecek” ibaresiyle reklâmlar tefrika biçiminde sürdürülüyor. çizgiler ergün gündüz havasında ama netten aradım hiçbir bilgiye rastlayamadım. reklâmın üretim kısmına dair bilgisi olan varsa sevinirim. bu arada reklâmcılarımızın aralıklarla bir süper kahraman yaratalım türü bir hevese kapıldıkları görülüyor, daha çok kadınlara yönelik deterjan reklâmlarında her nedense süper kahraman denemelerinde bulunmuşlardı. yeni kahraman po-man’ın ise matrak bir tarafı daha var, söylenenlere bakılırsa po, almancada popo anlamına geliyormuş…meseleye dikkat çeken emre aköz yazısı linkte…

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (15)

Biri şansın nimetlerini iyi biliyordu, bu nedenle iyimserdi. Diğeri iyimserleri iyi tanıyordu, bu nedenle kuşkucuydu. Lucky Luke ve Joker karşılaştılar. Joker, üstü açık lüks spor arabasıyla geçen Lucky’e yol verdi. Lucky Luke, onu farkedince arabayı durdurup seslendi: “çok kötü görünüyorsun” ve üzerindeki Batman tişörtünü işaret ederek “üstelik şu dünyada tek bir dostun kalmamış gibi”dedi.

“Sen bunu daha iyi bilirsin” dedi Joker “ne de olsa bu dünyanın sahibi sensin

İki adamın arasındaki konuşmaya tesadüfen şahit olan Ambrose Bierce koşarak Joker’in yakasına yapıştı. “Biliyorum bu hikâyeyi, siz kimsiniz?” dedi. Joker deli kuvvetiyle yakasını çekiştiren adamın elinden güçlükle sıyrılarak sırıttı: “dedim ya bu dünyanın sahibi ben değilim”.

Salı, Ocak 24, 2006

Dıgıl'da Batman

Tezim için eski mizah dergilerini tarıyorum. Dıgıl özel cilt 1’i okurken 1989’da, ilk Batman filmi gösterildikten sonra yayımlanan, Batman’le ilgili bir kapak ve bir karikatüre rastladım.

Oğuz Aral’la Şevket Yalaz’ın imzasını taşıyan, 30 Kasım 1989 tarihli kapakta, epeyce karikatürize edilmiş bir Batman’e ağzı açık bir şekilde bakan bir gencin pantolonu ve ayakkabıları, ağzında puro olan kalantor bir adam tarafından çalınıyor. Karikatürün üstündeki yazıda “en iyi yabancı filmler yasaklanırken, Yorgun Savaşçı ve Yılmaz Güney’in filmleri yakılırken, Amerikalı’ların insanları geri zekalı yerine koyan ve beyin yıkayan filmleri Türkiye’yi doldurdu” yazıyor. Aynı politik duyarlılığı derginin içinde görmek pek mümkün değil. Derginin, zaten güncel politikaya ilişkin bir mizah yapma kaygısı da yok. Uzun bir sure “Gırgır ve Fırt’tan seçmeler ve tazeler” alt başlığıyla, Gırgır’da yayımlanmış olan çizgi roman ve karikatürlere yer vermişler, fakat bunlar içinde güncel politikayla ilişkili olanlar bulunmuyor. Bu tarz karikatürlere sadece kapakta yer veriliyor.

Batman’le ilgili diğer karikatür 11 Ocak 1990 tarihli Soner Günday karikatürü. Bu karikatürde, Süpermen kıyafeti giymiş bir baba, Batman kıyafeti giymiş oğlunun kulağını çekiyor ve kendisinin, babasının yanında (ki o da Tarzan – ya da Zembla – kıyafeti giymiş) Süpermen kıyafetini giyemediğini söylüyor. Kutu içinde “bir film, bir çizgi roman moda olur hayatımıza girer. Bunun örneklerini yakın tarihimizde görmek mümkündür. Teksas, Tommiks, Tarzan, Süpermen ve şimdi de Batman çıktı. Bunlar kuşakları birbirine düşürür. Aile saadetini bozar, yuva yıkar. Yazıktır… Tüh sizin.. Ulan!..” yazıyor. Soner Günday’ın karikatürü, Oğuz Aral ve Şevket Yalaz’ınkine göre daha az ciddiye alıyor Batman’i. Sürekli olarak yeni çizgi roman karakterleri çıktığını vurgulayan, halen mevcut olan “Fumettici-Amerikancı” tartışmasını anımsatan bir karikatür çiziyor.

Dıgıl çizerlerinin en azından bir kısmı, bu çizgi roman uyarlamasından pek haz etmemiş gibi görünüyor.

The Best Of All Sitcoms From Turkey!


DVD magazinleri keyifli oluyor. Özelikle de ilginç ve az bilinen kısa film, video klip ve amatör filmlere yer verenler. Adını balina ve yunusların da arada bir "takıldığı" bilgisinden alan Wholphin, ilk sayısında dikkat çekici kısa film ve belgesellerle birlikte ilginçtir, bizim sitcom'lara da yer vermiş. Üstelik Spike Jonze ve Miranda July gibi sıkı yönetmenlerin az bilinen işleri arasında, "nihayet Amerika'da" demeyi de ihmal etmeden...


Biz Lost'la yatıp Masters of Horror'la kalkarken, onlar da hafiften bizim "tatlı" hayatlara sardılar herhalde...

Mezarından kalkan western...



Western pek tercih edilen bir tür değil artık. Tek tük çekilen filmler ise bence türe değil daha çok aksiyon sinemasının kurallarına göre çekiliyor. Esas western ruhunun başkla filmlerde devam ettiğini söyleyebiliriz. Mesela benim çizgi romanını tercih ettiğim History Of Violence böyle bir film.

Oyuncu Tommy Lee Jones, yıldız senarist (21 Gram) Guillermo Arriaga'nın yazdığı The Three Burials of Melquiades Estrada ile ilk defa kamera arkasına geçti ve Cannes'dan oyuncu ve senaryo ödülleri ile döndü.

Arriaga, Sam Peckinpah filmlerini anımsatan gerçekten etkileyici bir senaryo yazmış. Filmde bir ölü bir Meksikalı göçmen, onun en yakın arkadaşı ve sinir sahibi katili birlikte Meksika'ya doğru bir yolculuğa çıkıyor. Film belki de bütün güzelliklerinin en başında, cinayetin sıradanlaştığı bir dünyada yaşamın değerini hatırlatıyor.

İntikam teması bu aralar çok moda. Bu uzun isimli film, intikam hırsını kan davasına çevirmeden gerçekten olgun ve düşündürücü bir öykü anlatıyor. Beklentilerinizi yüksek tutun ve sıkıcı bir pazar sabahı izleyin derim.

Joe Sacco'dan haber var..

Bağımsız gazeteci-çizer Joe Sacco'nun son çalışması(röportajı!) 20 Ocak gunu İngiliz Guardian gazetesinin web sitesinde yayınlandı.

8 sayfalık bu çizgi roman, Amerikan askerlerince haksız yere tutuklanan iki Iraklı işadamının hapishanede başlarından geçenleri ele alıyor.

link

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (14)

Elinde silahla Varyemez Amca’nın yolunu kesen Sergei OrloffYa paranı ya canını” diye haykırdı.

“Sevgili oğlum” diye yanıtladı Varyemez. “Öne sürdüğün koşullara bakılırsa param canımı, canım da paramı kurtarabilir. Anladığım kadarıyla ya birini ya da ötekini alacaksın. İkisini birden almayacaksın”

Orloff gülünce Varyemez devam etti “Eğer durum bu ise, sadece canımı almak lütfünde bulun”.

Orloff bu sözlere önce gülerek karşıladı: “öyle değil, canını feda edersen paranı kurtaramazsın”.

Varyemez de güldü “yine de al canımı” dedi. “Paramı kurtarmaya yetmiyorsa başka bir işe de yaramıyor demektir”.

Varyemez’in felsefesi Orloff’un o kadar hoşuna gitti ki onu yanına ortak aldı. İki benzersiz yetenek bir araya gelince yayıncılık işine girdiler. Şu aralar kuşe kağıtlı, renkli cıvıl cıvıl dergiler çıkartıyorlar.

Pazartesi, Ocak 23, 2006

mistah! mistah!

parantez’in yayınlamaya başladığı manara dizisini ben doksanlı yılların başında ingilizceden okudum. çıkan üçüncü kitap benim elimdeki an author in search of six characters albümünün bir bölümü. insan daha önce başka bir dilde okuduğu çizgi romanı türkçe okuyunca ister istemez karşılaştırmalar yapıyor. üstelik ben ingilizceden okumuşum, türkçesi fransızcadan çevriliyor.

manara’nın bu albümünde benim çok ilgimi çeken bir ayrıntı vardı. işte kuzey afrika’da, sanırım tunus-cezayir taraflarında bir yerde bergman ve yanındaki kadının etrafını yerli çocuklar sarar ve aksanlı (ya da dilleri ancak o kadarına döndüğü için) mister demeye başlarlar: mistah! mistah!.. manara, bunu öyle bir anlatır ki, hem sesler çoğalır hem yerli çocuklar..tüm kareyi mistah! yazılı balonlar doldurur…elbette mizahi olarak anlatır bunu…

yanılmıyorsam bir tenesse williams uyarlaması seyretmiştim, orada da yerli halk yabancıya dünyayı dar ediyordu… bizim sokakta siyah-afrikalı gençler var..mahalleli bebeler arkalarından arap! diye bağırıyorlar kaç kere rastladım… italyan filmlerinde seyyar satıcı küçük çocukların şehri meydanında ısrarla çiçek satmaya çalıştıklarını görürüz, insanları bunaltırlar…liberatore, ranxerox adlı kahramanının çiçekçi kızın elini kırdığını çizmişti ve “italya’da herkes bunu yapmak ister, ben çiziyorum” demişti… manara da benzer bir baskı ve sıkıntı hissiyatı yaratıyor o karelerle.. başka şeyler de söylenebilir, örneğin oryantalist bir metin olarak görülebilir anlatılanlar…siyahlar-beyazlar, medeniler-vahşiler vs dualizmi…

bu ayrımı türkçe çeviride daha çok hissediyorsunuz… etraflarını saran çocuklar mister yerine “sahip! sahip” diye bağırıyorlar…önce anlamadım, hep yukarıdaki gibi düşünmüş, metne bu türden bir anlam yüklemiştim…mistah! (mister) yerine sahip! olunca ingilizce çeviriye tekrar baktım, fransızcadan ingilizceye bir fransız çevirmiş…linda (stark) ile konuştum, o metnin fransızcasında “sahib” yazabileceğini, çevirmenin de bunu aynen bırakmış olabileceğini söyledi..ben böyle düşünmemiştim, o tenten’i ingilizceden okumuş ve orada da sahib sözcüğünün aynen bırakıldığını hatırlıyor…ne diyordum, ben bu sahib sözcüğünü böyle düşünmemiştim… jungle jim türü anlatılarda afrika’da yerliler beyaz adama sahip derler…kökler gibi tv dizileri de yaygınlaştırmıştır bunu, köleler sahip derler beyaz patronlarına-çiftlik sahiplerine…

acaba…..master ya da owner mı diyorlar yoksa o filmlerde de sahip mi deniyor, türkçeye aynen aktarılıyor…

veya manara’nın ingilizce bilen fransız çevirmeni niye sahip diye bırakmıyor da mistah yapıyor…türkçe çeviride sadakat var da fransız niye uyarlıyor?

ve falan filan…selamlar

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (13)

Bir köylü, bir marangoz ve bir işçi, Çizgi İmparatorluğu Senato Başkanını ziyarete gittiler. Başkan, Eflatun Nuri, Baybora ve Gözlüklü Sami ile birlikte rakı içiyordu. Başkan ziyaretçileri görünce derhal ayağa kalktı, onlar da içtiklerinin etkisiyle hafif yalpalayan adamın ilgisini vakit geçirmeden kullanmak istediler. Büyük bir kahraman ordusunu beslemekten bıktıklarını, hepsinin birer tüketici olduklarını, hiçbir türden üretime katılmadıklarını, ekonomik hayatı durgunlaştırdıklarını söylediler. Bu şikâyetleri dinleyen Başkan, yarım kalan dublesini yuvarlayıp

“pekâlâ” dedi. “vatandaşlarımın dileğini emir telakki ederim”. Masada oturanlar bu sözleri alkışladılar, Gözlüklü Sami, Marangoz ile dansetmeye başladı.

Ertesi günün sabahı biraz da içkinin tesiri azalınca ziyaretçiler verilen sözü pek inandırıcı bulmamışlardı ama kahramanlar ordusu çok geçmeden dağıtıldı. Böylece tüketici denilen kahramanlar da üretici oldular. Zagor marangozhaneye, Teks sigara fabrikasına, Abdülcanbaz Elektrik İdaresine filan girdi. Herkes bir işe girince ve herkes bir şeyler üretmeye başlayınca her şeyin fiyatı düştü. Elma armut para getirmez oldu, bağdan bostandan çıkanlar çürümeye başladı. Köylüler, marangozlar ve işçiler yeni rakipleriyle baş edemez oldular. Halk marka düşkünü olmuştu, iyisini değil de Teks’in sigarasını, Zagor’un mobilyalarını, Mister No’nun giysilerini tercih ediyordu. Neler Olup Bittiğini Çok İyi Bilirim adlı bir senato üyesi bunalımın gelecek yıl daha da büyüyeceğini iddia ederek hükümeti istifaya çağırdı. Ticaret Odası Uzay yolculukları ve define arama timlerinin dağıtılmasına kızarak faaliyetlerine son verdi. İş bulamayan Baytekin açlık grevine başlayacağını duyurdu.

Köylü, marangoz ve işçi Senato Başkanının makamına yeniden gittiler. Başkan yine rakı masasındaydı, başta Utanmaz Adam, Levent Cantek, Camoka ve Cihanyandı Saliha olmak üzere kalabalık bir grupla demleniyordu. Ziyaretçileri görünce sevinçle “dostlarım” diye ayağa kalkan Başkan’ın suratı kısa sürede asılıverdi:

“Ne yani şimdi de o tüketicileri mi destekliyorsunuz?”

Köylü, marangoz ve işçi, Başkandan sürekli bir kahraman ordusu kurulmasını istemişlerdi.

“Hayır” dediler. “Biz o orduya alınmak istiyoruz”.

Pazar, Ocak 22, 2006

Çizgi Roman Belgeselleri

The Roland Collection Of Films and Videos on Art web sitesinde, Great Artists in the World of Comics başlığı altında, çizgi roman dünyasının tanınmış isimleriyle ilgili belgeseller bulunuyor. Sitede bulunan videolar satın alınabileceği gibi, bir kısmı ücretsiz olarak da seyredilebiliyor. Çizgi roman belgeselleri de ücretsiz olarak seyredilebilecek filmler arasında yer alıyor. Sözkonusu filmlerden küçük bir parça download etmek ya da yüksek hızlı bağlantısı olanlar için streaming media olarak filmlerin tamamını izlemek mümkün. Belgeselleri olan sanatçılar ise, Eisner, Breccia, Schulz, Altuna, Moebius, Schulteiss, Manara, Chaykin, Bilal, Schuiten, Liberatore, Moore ve Prado.
http://www.roland-collection.com/rolandcollection/architecture/architecture_21.htm

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (12)

Seçim bölgesini gezen Camoka bebek gezdiren bir Dadı’yla karşılaşınca fırsatı kaçırmadı. Bebek arabasına eğilip küçük bebeğin ıslak burnuna bir öpücük kondurdu. Dadıya hal hatır sorup arkalarından el salladı. Dönüp gideceği sırada birden karşı kaldırımda kendisine gülerek bakan bir adam gördü. Camoka onu tanımıyordu ama gülen adam Mister No’ydu.

“Ne gülüyorsun” diye sordu Camoka.

Bebek yetimhaneye, Çocuk Esirgeme Kurumuna ait” dedi “Ona gülüyorum”.

“Olsun” dedi Camoka “Dadı ne yaptığımı gördü ya.... Ne kadar duyarlı olduğumu her gittiği yerde anlatır

“Dadı’dan hayır yok” dedi gülerek Mister No. “Birazcık dikkatle bakarsan onun bir erkek ve Binbir Surat namıyla tanınan bir rakibin olduğunu anlardın”.

Camoka, Mister No’nun kahkahalarına iyiden iyiye bozulmuştu ama politikacı olmanın gereğini yaparak sakince “Alaycılığınız hoş değil beyfendi, üstelik...” dedi “üstelik içki kokuyorsunuz”.

Mister No’nun aldırmaz tavırları ve onu dinlemeden yürüyüp gitmesine daha da sinirlendi Camoka. Bu vurdumduymaz adamın ardından öfkeyle bakarken caddenin başında elindeki pankartı sağa sola sallayarak bağıran bir adam gördü. Pankartta yazılanları okumadan ters yöne doğru yürüdü. O adam Ambrose Bierce’di.

Pankartta kendisinden bahsedilen Aziz Tuna ise “o esnada” Batuhan Cantürk ve Tango Martinez ile birlikte Moriarty çorbası içiyordu.

büyütmek yerine...

erotik çizgi romanlar her ülkede yayınlanamıyorlar. “büyükler içindir” türü ibareler dışında kimi ülkelerde poşet de kullanılıyor. ancak bunun satışı olumsuz etkilediği düşünüldüğünden olacak başka çözümler aranıyor. bildiğim kadarıyla ilk önce amerika’da uygulanan yöntemle karenin içerisinde “ayıp” , “müstehcen” ya da “ceza gerektirecek” bir kısım varsa oraya orijinalinde olmayan bir konuşma balonu yerleştiriliyor öyle bir yapılıyor ki bu tür bir sansürü ya da göstermeme tercihini okur bizatihi çizer yapıyor sanıyor. kimi örneklerde bu tür müdahaleler çizer tercihiyle yapılıyor.

türkiye’de ise daha farklı bir şey yapılıyor, orijinal kare o ayıp, müstehcen, riskli bölümü göstermeyecek biçimde büyütülüyor. örneğin türkiye’de yayınlanan manara’nın her türlü albümü bu biçimde yayınlanmıştır. konuşma balonunu kullananlara örnek de druuna olabilir, bu biçimde yayınlandı. ve sansürlü haline rağmen mahkemelere düştü. asıl sorun da o zaten, kadir cangızbay hoca korkana değil korkutana bakacaksın der, korkmak ayıp değildir diyerek. yanda parantezden çıkan manara’nın üçüncü kitabında orijinalinden farklı olarak büyütülmüş olarak kullanılan bir kare ile albümün ingilizce baskısından alınan orijinal kare var. türkçe albümde üç ya da dört yerde bu tür büyütmeler yapılmış. yürürlükte olan yasalar çerçevesinde bu tür sahneler her yayıncının başını ağrıtacak türdendir ve bu tür ihtiyatlı müdahaleler anlaşılabilir. benim önerim bu tür büyütmelerden ziyade balon kullanılmasından yana. bu tür büyütmeler, orijinal çizgiyi tahrif edecek kadar bozuyor ve çizgi kalınlığı değiştiği için hemen fark ediliyor. dikkat edilirse karelerin müstehcen olup olmaması hakkında hiç yorum yapmıyorum.

Cumartesi, Ocak 21, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (11)

Seçimlerde milletvekili seçilen Camoka hiç olmadığı kadar mutluydu. Kıyafetlerini, kürsüde yapacağı konuşmaları düşünüp hayaller kuruyordu. Ormanda gezinirken Manisa Tarzanı ile karşılaştı. Onunla biraz eğlenmek isteyen Camoka

“Bana oy vermemişsindir sen” dedi.

“Oy kullanmadım” diye cevap verdi Manisa Tarzanı. “Ama niteliklerini anlatırsan bir sonraki seçimde sana oy atabilirim”.

Kendi çabalarıyla yükselmiş biriyim ben” dedi Camoka kibirle.

Manisa Tarzanı burun kıvırarak “Marifet mi şimdi bu” dedi. Yüksek bir dala sıçrayıp göz açıp kapayıncaya kadar ağacın tepesine tırmandı. “Bak ben de kendi çabamla yükseldim işte” diye seslendi aşağıya “Ne var ki bunda?”. Camoka, Manisa Tarzanı’nın deli olduğuna karar vermişti “Hadi be!” diye söylenerek uzaklaştı.

Ağacın tepesindeki Manisa Tarzanı güneşin batışını seyretmeye karar vermişti ki aşağıdan bir ses duydu. “Aziz Tuna diye birini arıyorum, tanıyor musunuz?” diye bağıran biri vardı aşağıda. Bütün deliler de onu buluyordu, cevap vermeden güneşin batışını seyretmeye devam etti. Allah yeni bir akşam daha bahşediyordu.

Cuma, Ocak 20, 2006

Yeni üye

Koloni'den sonra buraya da el attım. Hepinizin elimden çekeceği var, öyle kolay kolay kurtulmak yok. Görürsünüz.

Derek Kirk Kim online...


Same Difference and Other Stories ile bilinen Kore asıllı Amerikalı çizer Derek Kirk Kim web sitesinde yeni bir öyküye başladı. Healing Hands'in yeni bölümleri siteye pazartesi ve cuma günleri eklenecekmiş:

Link

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (10)

Zagor, arkadaşlarıyla bira içiyordu. Aziz Tuna, Zagor’la tanışmak isteyen bir okuruyla yanlarına geldi. Selamlaştılar, tanıştılar, hep birlikte demlenmeye başladılar. Zagor, bazen unutmak istediği anılarından konuşmak zorunda kalıyor, Orhan Berent adlı hayranının bitmeyen sorularından sıkılıyordu.

Derken kesik eldivenli garip bir genç kız geldi yanlarına, çantasındaki çizgi roman albümlerini satmak üzere göstermeye başladı. Aziz, Prado’nun albümünü görünce iyice emin oldu ve kızın elini şiddetle tutarak “çaldın bunları sen” dedi. Kız elini hırsla geri çekti. Masadaki herkes bir anda gerilmişti “en azından bu albümü Enserdark’tan çaldın!”. Ne Kız ne de başkası tek kelime etmiş değildi.

“O esnada” masaya bir yabancı daha geldi. Üzerinde eprimiş kıyafetleri vardı, kokuyordu ve avurtları ya yorgunluktan ya açlıktan çökmüştü, zoraki bir gülümsemeyle “Aziz Tuna diye birini arıyorum” dedi. Suskunluğu ve gerilimi pekiştiren soruyu Aziz Tuna cevapladı: “tanımıyoruz”. Adam yüzünde beliren hayal kırıklığı ile dönüp giderken Aziz Tuna tekrar sordu: “Niye arıyorsun onu?”

Hikâyelerimi çalıyor” dedi. “Hımm bak bu kötü işte, adın ne senin”.

Adam, birahanenin kapısında Ambrose Bierce” diye cevaplayıp, çıktı. Aziz Tuna, Zagor’la kısacık - sözle anlatılmayacak bir dostlukla göz göze geldi. Zagor, ayakta duran kesik eldivenli garip kıza dönüp “buyrun oturun bir biramızı için” dedi.

Güneş batmak üzereydi, Aziz Tuna ve koltuğunun altında kesik eldivenli kızdan satın aldığı Prado albümü olan Orhan Berent birahaneden çıktılar. Orhan Berent “adam deliydi, kız güzeldi” ve albümü göstererek “ama Zembla daha güzel” dedi. Güldüler.

Perşembe, Ocak 19, 2006

Serdar Kökçeoğlu Röportajı

Serüven ekibinden arkadaşlarımızla röportajlar yapıyoruz. Hem kim olduğumuz, hem de meselelere nasıl baktığımızın görülmesi açısından bu mutfak röportajlarını önemsiyoruz. Bu kez dergimizde Çizgili Perde köşesini hazırlayan, blog sayfamızda yazılarını gördüğünüz kısa filmci arkadaşımız Serdar Kökçeoğlu ile konuştuk. Aşağıda alıntılar yaptığımız röportajın tamamı www.seruven.org sayfamızda…

"Çevremde de grafik roman dediğimde tüyleri diken diken olan, üzerime atlayıp saçlarımı yolmak isteyen insanlar var (…) Günümüzde bir sanatçının örnek bir muhalif olması için ıssız bir adaya düşmesi veya bütün dünyayı toptan ıssız bir adaya çevirmesi lazım (…) okuldan nefret ettiğim için zamanımı video ve televizyon koyduğum bir otel odasında film izleyerek geçirdim (…) sanatçılardan kahraman olmalarını değil adam gibi kahramanlar yaratmalarını bekliyorum (…) Filmlerin gösterimi 9 Eylül tarihine iki gün kala bir denetimci tarafından engellendi. Sansürlenerek dahi gösterilemez etiketi almış (…) Galip Tekin'in öykülerinden yola çıkarak uzun metraj bir film yapmak isterdim. Onun öyküleri sinemaya çok yakışacağı gibi çizgisi de filmin estetiğini belirleyecektir"

Katili Herkes Bulamaz

www.cinairoman.com sitesinde, Darüşşafaka Cemiyeti'nin izniyle, Sait Faik'in kitap olarak yayınlanmamış bir çevirisi tefrika edilmeye başlıyor.

Georges Simenon'un “KATİLİ HERKES BULAMAZ” adıyla çevrilip, 1948 yılında Hürriyet gazetesinde tefrika edilen bu öyküsü, dili hiç değiştirilmeden 23 Ocak'tan başlayarak, 12 bölüm halinde sitede yayınlanacak, meraklılarına duyurulur.

Tabiat Ana Ete Kemiğe Bürünürse

Müzisyen kimliğiyle tanınan, fakat çok yönlü bir sanatçı olan Monica Richards'ın grafik romanı Anafae'nin sayfaları, sanatçının sitesinde üçer gün arayla yayımlanmaya başladı.

Monica Richards, seksenlerden beri müzik piyasasında olan, bilhassa Faith and The Muse grubuyla tanınan nevi şahsına münhasır bir şahıs. Bunun dışında, şiirle ve anlaşılacağı üzere illüstrasyon ve grafik sanatlarla da ilgileniyor. Sitesinde işleri klasik ve folk sanatın mükemmel bir birleşimi olarak tanıtılıyor, ayrıca pagan öğretilerden de izler taşıdıkları görülüyor.

Anafae, ilk etapta - henüz sadece 4 sayfası okunabiliyor - ekolojik kaygılarla yazılmış/çizilmiş bir grafik roman izlenimi uyandırıyor. Yakın bir gelecekte Tabiat Ana, küresel ısınma, türlerin yok olması gibi nedenlerden ötürü, Anafae adıyla vücut buluyor ve yeryüzünü arşınlamaya başlıyor. Kendisine sırt çevirmiş insanlığı bu yoldan döndürerek tükeniş sürecini geri çevirip çeviremeyeceğini öğrenmek için, görünen o ki, bir süre daha beklememiz gerekecek.

http://www.monicarichards.com/anafae/index.html

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (9)

Gözlüklü Sami âdeti olmadığı halde birini öldürmek zorunda kalmıştı. Öldürdüğü adamın cenaze törenine pişkince katıldı. Rin Tin Tin, Sami’nin yanına sokularak olanca saflığıyla sordu. Bu soruyu bir başkasına da sorabilirdi: “Onu çıkarmak için ne zaman gelip kazacaksın burayı?”.

Gözlüklü Sami, bir an ürperdiyse de Rin Tin Tin’i tanımıştı, geçiştirmek için :”niye onu çıkarmak isteyeyim ki sevimli şey”.

Rin Tin Tin, kafasını okşayan Sami’nin göbeğine çamurlu patilerini dayayarak sevimliliğini pekiştirdi: “Ben kemikleri sonradan çıkarıp kemirmek için gömerim de”

“Ben biraz farklıyım” dedi Gözlüklü Sami tıslayarak “Benim gömdüklerim artık kemiremeyeceklerimdir

Kalabalık dağılırken Sürmegöz İhsan, Efendisinin yanına geldi. Şaşkındı, bunca yıldır tanıdığı Gözlüklü Sami yöntemlerini değiştirmişti. Birisini çıkarları için öldürmez değildi ama bunun tarzı olduğu da söylenemezdi. Sami yardımcısının şaşkınlığını anlamıştı, o sormadan (ki sormaya cesareti de yoktu) söyledi:

“Herşey değişiyor İhsan, kendimizi geliştirmemiz gerekiyor”.

Cenaze kalabalığı yağmurla birlikte dağılırken adının Ambrose Bierce olduğunu söyleyen biri Aziz Tuna adlı hırsızı soruyordu.

Çarşamba, Ocak 18, 2006

Serüven'den Haberler...

Serüven ekibi olarak bu yıl 4 Serüven sayısı + 2 Çizgi roman inceleme kitabı çıkartmayı hedefliyoruz. Elbette ki işler beklediğimiz gibi gelişmeyebilir, hiç bilmediğimiz dağıtım, matbaa ve satış gibi sorunlarla karşılaşacağımız yeni bir döneme girdik. Bizi ümitlendiren ise geçmişte Serüven sayılarına gösterilen ilgi. Eğer geçmişte bizi takip eden okurlarımız o ilgilerini eksik etmezlerse kendi yağımızla kavrulacağımız bu süreçten yaşayarak çıkacağız. Bizi heyecanlandıran yeni projelerimiz var. Her şeyden önce çizgi roman inceleme kitapları serisine başlıyoruz. Bu yıl için mutlaka en az iki kitap hazırlayacağız.

Bu arada çıkacak olan sayımız daha önce elimizde mevcut olan yazılardan oluşacağı için bir sonraki sayıya gönderilecek yazıların 1 Mart’a kadar elimizde olması gerekmektedir.

Herkese kolaylıklar, selamlar

Levent Cantek

Muhalif Ölülerin Şafağı

Showtime'ın Masters Of Horror dizisi, korku ustalarının birer saatlik filmlerinden oluşuyor. Dario Argento, John Carpenter ve Takashi Miike gibi 13 yönetmen, aralarında H.P. Lovecraft'ın da bulunduğu çeşitli yazarların öyküsünü uyarlamış. Şimdilik sadece iki tanesini izleyebilmiş olmama rağmen ilk bakışta bulunmasına hiç aldırış etmediğim bir yönetmen beni gerçekten şaşırttı.

Joe Dante'nin Homecoming'i Bush'un savaş politikasını eleştiren komik bir zombi filmi. Savaşta ölenler bire birer mezarından geri dönüyor, amaçları ise savaş karşıtı bir aday için oy kullanıp huzurla uyumaya devam etmek. Cumhuriyetçiler bir kez daha kendilerini kullanmaya kalkınca ise...

Dante zombilere rağmen korkutmayan ve acı acı güldüren filmi için "bu bir korku öyküsü çünkü Cumhuriyetçileri anlatıyor" demiş.

Bu arada Dario Argento ise zayıf senaryoda düşe kalka yürüyen kötü oyunculuklara rağmen ürkütücü bir film yapmış. En azından son uzun metrajından daha başarılı.

Bölümler hakkında bilgi

Crumb'ın çizimleriyle Philip K. Dick

Philip K. Dick belki de üzerinde en çok konuşulan bilim kurgu yazarlarından biri. Gerçeklik kavramını sorguladığı öyküleri ve romanları günümüzde hala tartışılmaya devam ediyor.

www.philipkdickfans.com sitesi 1986 yılında Weirdo comic #17'de yayınlanan R. Crumb'ın 1974 yılında Philip K. Dick'in yaşadığı bir deneyimi ve bunun onu nasıl etkilediğini anlattığı kısımları internete taşımış.

Bilenler olabilir bu yaşadığı deneyim Philip K. Dick'în hayata bakışını değiştirmiş ve ölene kadar bu yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışmıştır. Philip K. Dick, yaşadıklarını How to Build a Universe That Doesn’t Fall Apart Two Days Later adlı denemesinde anlatır.

The Religious Experience of Philip K. Dick (Crumb)

How to Build a Universe That Doesn’t Fall Apart Two Days Later

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri !! (8)

İktisat Kongresine katılan Martin Mystére konuşmak üzere kürsüye çıktı. Ne var ki, başta Orloff olmak üzere birçok üye ve dinleyici kendisinin ticaretle bir ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle konuşma yapmasına itiraz ettiler.

“Sayın Başkan” dedi yaşlı bir üye, ayağa kalkarak “bana kalırsa öne sürülen gerekçe bütünüyle geçersizdir. Beyefendinin ticaretle çok yakın ve sıcak bir bağı vardır. Kendisi bizatihi ticari bir metadır”.

Martin Mystére konuşmasını yaptığı gibi kongredeki tüm tartışmalarda aktif olarak yer aldı.

Salı, Ocak 17, 2006

Ash Wood blog...


Ashley Wood sanatı önünde saygıyla eğildiğim ama hayata geçirdiği bazı öykülere (Metal Gear Solid) çok fazla dayanamadığım bir sanatçı. Daha çok yarattığı atmosferi solumak için takip ettiğim biri. Geçenlerde o da blogçular arasına katıldı. Burada nasıl çalıştığını da meraklısı için ayrıntılarıyla anlatıyor. Bir de yeni yıl için aldığı kararları yazmış. Daha iyi eserler vermek yönünde bir temennisi var. Shadowplay'i okuduktan sonra kendisine hak verememek mümkün değil. Yine de ilginizi esirgemeyin!

Link

Fell web'e düştü!


Çizgi roman dünyasının sıkı yazarlarından Warren Ellis ile 30 Days Of Night ile kalbimizi kazanan Ben Templesmith'in ortak çalışması Fell, karanlık bir polisiye. Image Comics ve Newsarama serinin ilk kitabını internette paylaşmaya karar vermişler:

Link

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (7)

Gözlüklü Sami, yeni yaptırdığı ihtişamlı malikânesinin gösterişli bahçesinde dolaşıyor, kâh havuz başında duruyor kâh dalları yere değen kiraz ağacından meyve koparıyor, hayatında hiç olmadığı kadar mesut bir ifadeyle uzaklara dalıyordu. Birdenbire duvar dibinde kafasını çılgınca duvarlara vuran birini gördü.

“Dur dur” diye bağırarak yanına koştu. “Ne yapıyorsun” diyerek tuttuğu adamın umutsuz yüzünü görünce “beynini dağıtmak mı istiyorsun? Hem bu kadar güzel bir yer yapmak istediğin şeye hiç uygun değil”.

“Bence buradan daha uygun bir yer düşünemiyorum” dedi perişan ve bitkin bir sesle beriki. Gözlüklü Sami, adamın kan içerisinde yüzüne-gözlerine gözünü dikerek sordu:

“Kimsin sen?”

Kahramanlık ahlakı” diye karşılık verdi adam, duvara ölümcül bir tos daha atmadan önce.

[Aziz Tuna]

Pazartesi, Ocak 16, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (6)

Teks’in bir suçluyu öldüresiye dövdüğünü gören Polis Şefi deliye dönerek bağırmaya başladı: “Bunu bir daha yaparsanız Rancerlikten kovulursunuz”.

“Bu kadar üstüme gelmeyin Şef” dedi Teks. “alt tarafı mürekkepten yumruklarım” deyip bir eliyle diğerini sıkarak yere mürekkep damlattı.

“Bu mazeret olamaz, suçlunun canı yanmasa bile yaptığın insan haklarına aykırı bilesin” diye üsteledi Polis Şefi.

“Puxa vida hayır değil” diye güldü Teks “Çünkü suçlu da mürekkeple doldurulmuş aslında
Suçlu ve Teks bir ağızdan gülmeye başladılar. Polis Şefi de bir duraksamadan sonra gülmeye katıldı, eğlendiğini göstermek için Teks’in elini sıkmak istedi. Ama kolunu öyle bir hızla ve sert uzattı ki koltuk altı yırtıldı, yaradan mürekkep akmaya başladı.

Daha da çok güldüler.

okyanus’ta beyaz bir nokta: pessoa, tabucchi ve prado...(ya da sadece raul)

miguelanxo prado, 1958 doğumlu bir ispanyol. önce müzikle uğraşmış, sonra seksenli yılların başından itibaren çizgi romana-çizerliğe yoğunlaşmış. avrupa’da ona ün kazandıran çalışması türkçede okyanus’ta beyaz bir nokta adıyla yayınlanan trazo de tiza (1992, fransızcada trait de craie, ingilizcede streak of chalk adıyla çıktı). gerçekten çok iyi çizilmiş, çok iyi renklendirilmiş çalışmada rüya ile gerçeği, geçmişle bugünü ayırt edemeyen bir adamın adada geçen hikâyesi anlatılıyordu. bu çalışma farklı dillerde yayınlandıkça prado popülerlik kazandı. aynı albümle angoulême’de 1994 yılında ödül kazandı. amerika’da çoğu avrupalı sanatçı için vitrin olan heavy metal’de işleri yayınlanmaya başladı. neil gaiman’ın sandman serisinden çıkan endless nights albümündeki rüya bölümünü çizmesi de muhtemelen trazo de tiza albümündeki olağanüstü başarısından kaynaklanıyor. bugün prado’nun amerika’da çeşitli albümleri yayınlanıyor, bir dönem man in black animasyon versiyonu için çalışmıştı.

prado kahramanları içe dönük, sürekli kendiyle uğraşan kırık-looser erkeklerdir. okyanus’ta beyaz bir nokta’da da raul adlı benzer niteliklere sahip bir erkekle karşılaşırız. teknesiyle küçük bir adaya gelen raul burada bir başkasını bekleyen bir kadınla karşılaşır. ada o kadar küçüktür ki çalışmayan bir fener ve han olarak işletilen evde yaşayan bir ana-oğuldan başka kimse yoktur. raul, kadına duyduğu ilgiyle bu “zamanın dışında kalmış” adada kalmaya başlar. okyanus’ta beyaz bir nokta, hikâyede adı geçen edebiyatçılar içerisinde en çok tabucchi anlatılarına benziyor. prado da yazdığı son sözünü tabucchi’ye şükranlarını sunarak bitiriyor. tabucchi deyince ister istemez onun en iyi bildiği (çevirilerini yaptığı) ruh kardeşi portekizli yazar fernando pessoa’yu anmak gerekiyor. söylenildiğine göre yazarın pessoa soyadı portekizcede kişi, fransızcada “hiç kimse” anlamına geliyor. pessoa’nın çok bilinen bir şiirini aktaracağım: “gördüğü o rüyanın, içinde mi, belli değil. ve yolunu sabırla bekleyen gölgenin, / sürdüğü hayat (mı) olduğu.” bu iki göndermenin bile okyanus’ta beyaz bir nokta’yı anlattığını düşünüyorum. pessoa, farklı isimlerle sayısız yazı, şiir, anlatı yazmış ve her defasında büründüğü kişiliğe uygun olarak üslubunu değiştirmiş bir yazar. prado’yu etkileyen tabucchi, romanlarında zaman mefhumunu kurcalamayı, birinin yerine geçen (kim olduğunu unutan) kahramanları, neyin gerçek olduğunu konuşmayı seven bir yazar. okyanus’ta beyaz bir nokta’nın kırık-looser kahramanı da dalgakıranın duvarında gördüğü bir imzanın, aşk dolu sözlerine kapılıp raul olmuş olabilir. hikâyenin sonunda aynı yazıyı raul’un yazdığını görürüz. zaman kavramını muğlâklaştıran bir zamansal (başa dönen-sona ulaşan) daire çizer prado. neyin gerçek, neyin raul’un rüyası olduğunu düşünmemizi ister. pessoa’nın şiirinde olduğu gibi raul “öyküyüm ben, öyküler anlatan, onun dışında hiç” demektedir sanki.

okyanus’ta beyaz bir nokta yayınlandığı 1997 yılının sürpriziydi. milliyet yayınları tarafından yayınlandı, kaliteli basıldı, uygun bir fiyattan satıldı. tek eleştirilebilecek yanı ispanyolca aslından yapılan çevirisi olabilir. şairliğinden kaynaklanan gerekçelerle sanıyorum adnan özer kimi yerlerde cümleleri zorlamış, “hainliğine” şairanelik katmış.

Pazar, Ocak 15, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (5)

Yıllarca kötü yayıncılar tarafından yönetilip büyük bir yoksulluğa düşen Çizgi Roman yılmıştı, bir gün dayanamaz oldu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Mister No, Mandrake, Vakur Barut ve Bayırgülü başındaydılar, onu teskin etmeye çalışıyorlardı.

Havai gömleği, sandaletleri ve elindeki kokteyl bardağından yudumlar alarak sordu karşı kaldırımda oturan bir Melek: “Niye ağlıyorsun?”

Herkes biraz sinirlenerek döndü ona. Çizgi roman, dostlarının öfkeli bakışlarını fark etmeden mırıldanarak yanıtladı, peşisıra hıçkırarak: “her şeyimizi aldılar, bize bir tek Cennet umudu kaldı. Allaha şükürler olsun ki hiç değilse bu umudumuzu alamazlar bizden”.

“Dur bakalım” dedi sırıtarak-kaşınarak Melek “Yeni yayıncıların yapacaklarını bekle bir de”.

oğuz aral, onat tansayar’ı hiç sevmedi…

az evvel ertem göreç’in 1965 tarihli karanlıkta uyananlar filmini seyrettim. göreç’ten çok senaryo yazarı vedat türkali ile hatırlanan çalışma, sinema tarihimizin işçi sorunlarına eğilen, grev anlatan ilk filmi sayılır. filmin konusuna girmeyeceğim, anlatımı ve gelişimi itibarıyla türkali romanlarına benziyor onu söyleyebilirim. benim ilgimi çeken, seyretmeyi istediğim bir filmdi ama daha da teşvik eden filmde oğuz aral’ın oynuyor olmasıydı. aslında film hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor, oğuz aral’ın neden o filmde oynadığını (ve nasıl bir tipleme canlandırdığını) anlamak için… ama girmeyeceğim, sadece filmin politik bakışının türk solu (ve o dönem solcu sinemacıların) içinde yaşanan tartışmalarla ilişkili olduğunu söylemekle yetineyim..ilgilenen olursa sinematek tartışmalarıyla, evrenselci marksizm ile atüt tarzı solun-ulusalcı solun çatışması, bu kavram ve aidiyetlerin birbirine karışması filan da diyebilirim. oğuz aral, filmde yaşanan hayattan ve ülkesinden kopuk, paris hayranı bir sanatçıyı canlandırıyor. hafif kırık, elinde içki kadehiyle ağır entelektüel laflar eden biri. elbette bir klişeyi canlandırıyor, kısacık bir rol, sonra paris’e gidiyor vs…buraya kadar her şey tamam, ama canlandırdığı tipin ismi ilginç: onat tansayar… isim doğrudan doğruya adı sinematekle özdeşleşen onat kutlar’a bir gönderme…kutlar, aral’ın canlandırdığı biri gibi olmakla suçlanmış, epeyce bir karikatürize edilmiştir (ve bence çok haksızlık edilmiştir)…filmde resmedilen sanatçıların tamamı (yani sadece onat tansayar değil) bu karikatürün parçası… bu tansayar soyadı da edip cansever ile (filmde aral onun yakup’lu şiirini diline doluyor) turgut uyar’a gönderme…gerçekten ilginçmiş…ama şurası kesin: oğuz aral için sadece bir rol değil bu, açık bir politik tercih

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (4)

Bir cinayeti soruşturan Tenten sabaha karşı çalan telefonla uyandı. Karşıdaki ses:

“Yarın köşebaşındaki kafede bulaşalım” dedi.

Tenten, karşıdaki sesin cinayetle ilgili olduğunu anlamıştı. Adamla buluştular. İpucu adlı adam kendinden emin bir tonda konuşarak:

Beni izlersen tahmin dahi edemeyeceğin bir gerçekle karşılaşırsın” dedi.

Tenten temkinliydi, adam devam etti:

“Sadece beni izleyeceksin, bundan sonra konuşmayacağız”

Tenten, bir yıl boyunca İpucunun peşine takıldı sonra bir gün adamı bir mezar taşının başında buldu. Yanına yaklaştı, o kadar zaman tek bir kelime etmeyen İpucu mezarı göstererek “işte katil!” dedi. Tenten cinayetin resmi kayıtlara geçmesi için polise başvurdu.

Mezar taşında sadece “Hérge” yazılıydı.

[Aziz Tuna]

Dampyr 12 üzerine

Grant: "Gazetelerde Beşinci Kol'u okudunuz mu?" diye sordu. "Bu kelimelerin manasını biliyor musunuz?"
Tommy: "İçimizdeki düşman" diye mırıldandı.

Bu satırlar Agatha Christie'nin "M or N" romanından. Romanda emekli casus ailesi, Tommy ve Tuppence Beresford, Nazilerin beşinci kolunun Amerika'da izini sürerler. Görev Tommy'ye verilir, karısının haberinin olmaması lazımdır. İki üst düzey nazi ajanından birinin (N veya M) izini Leahampton'da bulan bir Amerikan ajanı öldürülmüştür. Tommy'nin görevi onun kaldığı yerden araştırmayı sürdürmektir. Tuppence de, açıkgözlüğü sayesinde, tabii sahte bir kimlikle oraya gelir.

Dampyr sayı 46, yeni çıkan 12. cilt içinde yayınlandı. İki farklı zamanda geçen bir macerayı izliyoruz, ve bunlardan vampirsiz olanı, (40'lı yıllarda geçen) Christie'nin M or N'i ile benzerlikler taşıyor.

Kurdun ini bu sefer Leahampton'da bir otel değil, Mavi Sakal'ın şatosudur. Tommy ve Tuppence yerine, iki vatansever Nigel Grant ve Vera Bendix görevi alır. Yabancı ülkelerdeki beşinci kol faaliyetlerini düzenleyen Alman ise N veya M değil, Rudolf Hess'tir.

Dampyr'in sadece korku edebiyatına değil, polisiye ve casusluk edebiyatına da borçlu olduğunu düşündüğüm senaryoları var. Mavi Sakal'ın Şatosu, bunlardan biri. İki öykü barındırıyor: Biri tipik Dampyr öyküsü, diğeri bir casusluk öyküsü. İlginç olan, bu iki öykünün çok fazla alışverişinin olmayışı.

Aynı şey, bir sonraki macera, yani "Sheffield Suçları" için de geçerli. Yine iki öykü var: Biri, detektifi Ann Spade olan bir "katil kim?" öyküsü, tipik bir muamma-roman. Diğeri malum, Dampyr'in gecenin efendisi avı..

Ann Spade, ismini borçlu olduğu Sam Spade romanlarındaki gibi, (Dashiel Hammett'ın detektifi) varlıklı kesimlerin yozlaşmışlığına karşı etik değerleri savunur. Kendisine "herşeyi öğreten" (polisiye türüne de herşeyi öğreten) amiri Holmes'tür. Bir cinayet sorgusu onu Sun muhabiri Jeff Carter (Carter, J.D. Carr'ın kendinden meşhur takma adıdır: Carter Dickson) ile karşılaştırır. Erle Stanley Gardner'ın avukatı Perry Mason'ın adı da, nedense, hikayenin kötü adamına kalmış. Öyküde Raymond Chandler'ın adı da bir şekilde geçiyor..

Hikayedeki karakterler yetmemiş olsa gerek, iki meşhur detektifin adı da, bir sonraki maceraya kalmış. Paris'in Yeraltı adlı macerada, Harlan Victor'u Maigret'ye benzetir, (Georges Simenon) o ise kendine Nestor Burma'yı layık bulacaktır. (Leo Malet)

İlk blog girişimi de böylece yazmış oldum, umarım fazla dağıtmamışımdır..

Cuma, Ocak 13, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (3)

Çiko kendi halinde yürürken hiç tanımadığı eli sopalı bir adamın saldırısına uğrar ve temiz bir dayak yer. Eli sopalı adam mahkemeye çıkarılır. Hakim, eli yüzü şiş Çiko’ya dönerek

“Niye saldırdı bu adam sana” diye sorar. Çiko, güçlükle konuşarak adamı tanımadığını söyler ve gönül rahatlığı ile ekler:

“Bilmiyorum, bir tek düşmanım bile yoktur

Eli sopalı adam heyecanla lafa karışır:

“Ben de zaten o sebeple dövdüm onu”

Hakim eli sopalı adamın salıverilmesini söyler: “Düşmanı olmayanın dostu da yoktur, mahkememiz böyleleri için kurulmamıştır

Çiko, henüz gençti ve şişmanlamamıştı ve henüz Zagor’la tanışmamıştı.

[Aziz Tuna C.]

Perşembe, Ocak 12, 2006

turkish gambit

epey oluyor, emrah özen getirmişti, o zamana kadar bilmiyordum, bir rus polisiyesinden uyarlanmış bir çizgi romandı. doğal olarak bir rus çizgi romanını inceleme fırsatı bulduğum için sevinmiştim; çizgiler frankofon havasındaydı. emrah bana uyarlama ile ilgili malumat da vermişti ama kafamda tam oturtamamıştım doğrusu… üniversitede öğrendiğim rusça’nın buhar olup uçması da ayrı bir derttir…

geçen yılın hemen başında sinemasının hollywood’a yanıtı gibi iddiayla ile bir film vizyona girdi rusya’da. bizde de haber olmuştu.. o zaman elimdeki çizgi roman ile vizyona giren filmin aynı kaynaktan çıktığını fark ettim.. boris akunin mahlasını kullanan grigory chkhartishvili adlı bir edebiyat adamının (özellikle japoncadan çeviriler yapıyormuş) yazdığı polisiyelerden yapılan uyarlamalarmış bunlar. turkish gambit (turetskii gambit-bizdeki adıyla türk hamlesi) filmini geçenlerde seyrettim, filmi başarılı bir serüven filmi olarak zevkle izledim, herkese de tavsiye ederim. film yazarın fandorin (erast petrovich fandorin) adlı kahramanının serüvenlerinden oluşan dizisinin ikinci kitabından uyarlanmış. benim elimdeki ve yan tarafta çizgilerini gördüğünüz çizgi roman ise serinin azazel adlı ilk kitabından, aynı kitap batı’da the winter queen adıyla yayınlanmış. ikinci kitabı türk hamlesi adıyla yayınlayan altın kitaplar bu romanı da yayınlayacağını duyurdu (görmedim ama rusçadan çevrildiklerini sanmıyorum).

basın bülteninde yazılanlara göre akunin bu romanları karısının ucuz polisiye romanlara olan tutkusu nedeniyle yazmaya başlamış. “karım bu tür romanları okumayı çok sevdiği halde cafcaflı kapaklarının görünmemesi için onlara kahverengi kâğıtlarla kaplardı. bu, beni, saygın kadınların metroda rahatça okuyabilecekleri polisiye romanlar yazmaya itti,” diyor.
filme bilgisayar efektleri-geniş kadrosu vs gibi nedenlerle çok para harcanmış, karşılığını almış olmalı ki bir başka akunin romanı statski sovetnik de sinemaya uyarlandı, üstelik nikita mikhalkov bile oynuyor… filmi seyrederken çizgi romanda neden frankofon çizgisi- mizahi-komik çizgi tercih edilmiş anladım… gerçekten izleyin… ayrıca 1877 rus-osmanlı savaşında geçen ilginç sahneleri var..söylemeden de edemeyeceğim filmde aranan türk casusunun kim olduğunu hemen anladım, polisiye açısından bir handikap gibi görünse de film kendini izlettiriyor.

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (2)

Genç Gordon, teleskobuyla Merih’i keşfetmişti. Bu müthiş keşfi çarpıcı bir makale haline getirip gazeteye koştu. Yazı işleri müdürü, körler ülkesinde tek gözü olan kraldır başlıklı bir yazı yazıyordu. Genç Gordon’u hiç konuşturmadan, hatta yüzüne hiç bakmadan “kaç para” diye sordu.

“iki yüz elli milyon” diye cevapladı Genç Gordon neşeyle.

“Ama bu haksızlık şaka ediyor olmayasın genç adam”

“En az iki katı eder”

“Çok cömertsiniz” diye haykırdı Genç Gordon “siz nasıl uygun görürseniz kabulüm diyeyim o zaman”.

Yazı işleri müdürü oflayıp puflayarak kafasını kaldırdı “bir yanlış anlama var sanıyorum, ödemeyi siz yapacaksınız

Kimmerya’daki yaygın inanışa göre Gordon o konuşmadan sonra kahraman olmaya karar verdi.

[Aziz Tuna C.]

Çarşamba, Ocak 11, 2006

Sağolasın Ambrose Bierce Hikâyeleri!! (1)

Zagor, bir kış günü tek başına vadide yürüyormuş. O kadar düşünceliymiş ki ne kadar yol aldığını fark edememiş. Derken birdenbire bir sarayın giriş kapısının önünde bulmuş kendini. Sarayın süvarileri kalabalık bir biçimde etrafını sarmışlar, soğuk iliklerine işleyen Zagor sadece ısınacak bir yer aradığını söylemiş ve içeriye girmek için izin istemiş. Süvariler ne olur ne olmaz deyip Zagor’u Kral’ın karşısına çıkarmışlar.

“Kimsin” diye sormuş Kral, “ne iş yaparsın?”

Zagor, tanınmadığı için bir parça alınmış ama “kahramanım ben” demiş, “dünyayı kurtarmaktır sanatım

Kral rahatlamış, Zagor’un yaptığı işle ilgilenmemiş, “düşmanım değilsin ya” deyip salıverilmesini isteyecekmiş ki, Vezir olacak kötü kalpli adam tıslayıvermiş:

Efendim bu adam mizah bilmiyor, mizah bilmeyen dünyayı kurtaramaz…Düpedüz yalan söylüyor”

Zagor şaşırmış, onun şaşkınlığını fark eden Kral da huzursuzlanmış:

“Doğru mu mizah bilmez misin sen?”

Zagor, sıkılarak cevaplamış

Çok bilmem ama bir arkadaşım var, o tamamlıyor beni

Kral, homurdanmış, kimse sesini yükseltene kadar ne dediğini anlamamış

“Tehlikeli bir kahramansın sen!”

Birden çanlar çalmaya başlamış, içeriye elinde “Yeryüzünün En İnanılmaz Cezaları Yönetmeliği” olan yaşlı bir adam girmiş, durumu kulağına fısıldayarak anlatmışlar. Fısır fısır sesler epeyce sürmüş salonda. Kral ayaklarını gıdıklayan soytarıyı itekleyip konuşmuş:

“Şiddetli bir ceza istiyorum”

Zagor, konuşamayacak kadar şaşkınmış. Yaşlı adam öne çıkıp sinsice kıkırdamış:

“Efendimiz, ona öyle bir ceza vereceğiz ki daha şiddetlisi görülmemiştir”

“Nedir?”

Bu mizah bilmeyen kahraman yaşamaya devam etsin

Kral cezayı beğenmiş ve buyruğunu vermiş

[Aziz Tuna C.]

Salı, Ocak 10, 2006

işte öyle bir şey…

l-manyak izleyebildiğim kadarıyla kapaklarını kemal aratan’a emanet etmiş durumda. aratan, leman grubuna döndüğünden beri aylık çıkan derginin kapaklarını çiziyor. derginin başlangıcından beri kapak mantığı bir espriye dayanıyor denilebilir. bu kapakların geçmişin iddialı, çarpıcı, çok uğraşılmış, zaman ve emek harcanmış, üretilmesi külfetli dergi kapağı mantığını taşıdıkları söylenemez. aksine grotesk, ters yüz edici bir espri kapağa hakimdir ve beklenen geleneksel kapak mantığı açıkça reddetmektir. bu farklı-belki ayrıksı –memleket mizahı açısından yenilikçi- bakış, lombak dergisini çıkartmak üzere ayrılan ekiple birlikte sekteye uğradı denilebilir. şöyle de söyleyebilirim: bu mantık her zaman sürdürülemedi, kapaklar açıkça geçiştirildi, hatta son anda yetiştirildiği hissi veren işler yayınlandı. l-manyak, bir yandan okurun alışkanlıkla almayı sürdürdüğü dergi diğer yanda ayrılan ekibin yerini bir türlü dolduramadığı için tükenen bir yayın. direnmek zor çünkü ayrılanlar çete ruhuyla dergi hazırlıyorlardı, o çete dergiye rakip oldu. lafı aratan’ın bir kapağına getireceğim, yanda son sayının kapağı görülüyor: king kong filmine gönderme yapmış aratan, logo altında hing kong yazılmış. çabuk çizildiği çininin kullanımından belli. espriyi de anladığımı söyleyemem. galata kulesinin üzerinde oturan güzel-sarışın bir kadının yerinde çirkin, karnavelesk-iri çirkince (belki yaşlı) bir kadın olmuş olsa belki…çıplak bir kadını galata kulesinin üzerinde düşünmek-oturtmak (cihangir sendromu da ayrı bir konu) ne denli yaratıcılık gerektiriyor bilemiyorum.. kapak derginin bazen her şeyini bazen önemli bir parçasını imler…bu kapağın bir mesajı var, yok değil… üstelik bu mesajın ticari olarak da bir anlamı var…ama bu ne aratan gibi bir bilek-bukalemun çizere yakışıyor ne de derginin tükenişine çare olabilecek doğru tercihi içeriyor…

Pazartesi, Ocak 09, 2006

büyükler için şirinler

levent, donnie darko'da şirinlerin cinsel hayatı üzerine geçen muhabbetten bahsetmiş, bunu görünce benim de aklıma şirinlerle ilgili birkaç gün önce okuduğum bir haber geldi, buraya da ekleyeyim dedim.

şirinler kendi memleketleri belçika'da şu sıralar unicef'in bir kampanyasına dahil olmuşlar. "savaşların çocukların hayatını etkilemesine izin vermeyin" mesajı taşıyan kampanyada neşe içinde yaşayan şirinlerin köyü ani bir saldırıyla bombalanıyor ve köy yerle bir oluyor. bir bebek şirinin ağlama çığlıklarıyla biten kampanya filmi içerdiği şiddet unsurları dolayısıyla sadece büyüklerin izleyebilecekleri geç saatlerde yayınlanıyormuş..

ilgili haberler:
kampanya videosu

donnie darko şirinleri konuşuyor…

dün donnie darko adlı bir film seyrettim, kimi yerlerinden oldukça zevk aldım, özellikle darko’nun okul hayatına ilişkin bölümler gerçekten başarılıydı. patrick swayze’nin canlandırdığı bir tipleme var ki bence bu kadar cuk oturur…herneyse, filmde çizgi romanlarla ilgili birkaç da gönderme var. bir sahnede içlerinde donnie darko’nun da bulunduğu (filmde sonradan sevgilisi olacak kız tarafından adının bir süper kahraman ismini çağrıştırdığı söyleniyor) üç genç şirinler ile ilgili bir konuşma yapıyorlar. hepimizin bildiği gibi özellikle çocuklar için üretilmiş çizgi film ve çizgi roman kahramanlarının cinsel tercihleri-mahrem dünyaları hakkında yetişkinler sık konuşur. aseksüellikleri, eşcinsellikleri, nemfomanlıkları, cinsel yetersizlikleri çoğunlukla mizahi bir biçimde ters yüz edilir, kimileri iddialarını hararetle ispatlamaya çalışırlar: örneğin teks ve tenten benim bildiğim eşcinsel oldukları iddia edilen ünlülerden. lafı uzatmayayım…

bir sahnede donnie darko’nun iki arkadaşı aralarında şirinler hakkında konuşmaya başlıyorlar. ergen çocuklar oldukları için konuşmalar cinsellik ve iddialı sözlerle sürüyor. konuşmaya daha sonra donnie darko da dahil oluyor arkadaşlarının şirinler’in mahrem dünyasına- cinselliklerine ilişkin iddialı sözlerini çürüten bir düzeltme yapıyor (ama o da yine cinsellikle ilgili bir yorumda bulunuyor). elbette tüm konuşulanlar bizdeki kullanımıyla geyik türünden, filmin bütünüyle hiçbir ilgisi yok. filmin gerçeklik vehmini, olabilirlik ölçütünü veya ne bileyim sık tüketilen bir sözcük ama “samimiyetini” pekiştiriyor. ilginç bulduğum için aktarıyorum, alternatif kültürlerin yükselişiyle ilgili bir dahil olma meselesi aslında ama...

-bütün ihtiyacım olan bira ve pussy. kendimize bir şirine bulmalıyız
- şirine ? (smurfette?)
- hmm.
- tight-ass, middlesex piliçleri gibi değil, bilirsin ? this cute little blonde, eğilir ve erkeklerle pis şeyler yapar. şirinenin yaptığı gibi
- smurfette doesn't fuck.
- bu saçmalık.
- smurfette fucks all the other smurfs.
- sizce şirin baba onu neden yapmış?
- çünkü bütün şirinler abaza.
- hayır hayır o kadar “cakalı” değil. onun homoseksüel olduğunu duymuştum.
- peki o zaman biliyorsan sen söyle.
- şirine hepsiyle düzüşürken “cakayla” onları izliyor. tamam mı?
- peki ya şirin baba? o da aksiyona girmeli.
- evet tabiî ki. o da bütün olayı filme alıyor. daha sonra da kasete attırıyor.
donnie darko- herşeyden önce, şirin baba şirine’yi yaratmadı. gargamel yarattı. şirine oraya gargamelin ajanı olarak gönderildi. ve görevi niyeti şirinlerin köyünü yok etmekti. ama şirinlerin ezici iyiliği onu değiştirdi. ve bütün o düzüşme senaryosu asla olamazdı. çünkü şirinler aseksüeldir. onların o beyaz donlarının altında üreme organları bile yok. işte burada bir şirin olmakla ilgili bir mantıksızlık var. if you don'thave a dick? yaşamanın ne anlamı vardır ki ?
-kahretsin donnie. neden bize zekilik taslaman gerekiyor ki ?

Pazar, Ocak 08, 2006

Bu Pazar Tenten Çıktı Karşımıza…

Sabah gazetesinin Pazar ilavesinde Mehmet Ali Kılıçbay Tenten ve Hergé hakkında bir yazı yazmış. Medya Takibi bölümünde iktibas ettiğimiz yazının yanı sıra incelemeler bölümünde arkadaşımız Sadi Konuralp’in ölümünden sonra yayınlanan Tenten İstanbul’da yazısını bulabileceksiniz.

Aşağıda Tenten hakkında Türkçede çıkmış yazılardan seçilmiş bir liste bulacaksınız. Tam liste olmadığı gibi Çizgili Hayat Kılavuzu ya da Serüven dergisinde çıkan yazılar da dahil edilmemiştir.

Bozok, Erdoğan (1993). “Tenten'in Türkiye Serüveni Üzerine Nostaljik Takılma”, Karikatür, Ağustos.

Çiçek, Oktay (1998). “Tenten Faşist mi?”, Mizah Kültürü, Sayı:2.

“Çocuk Yüzlü, Cinsiyetsiz Bir Anti Kahraman: Tenten”, (1991). Hürriyet Magazin, 21 Temmuz.

Çoruk, Hüsnü (1995). “Tenten'in Türkiye Kronolojisi”, Gül Diken, Kış.

Doğan, Ünal (1992). “Tenten ve Hergé”, Cumhuriyet, 23 Ekim.

Duran, Ragıp (1994). “Mösyö Tenten’in İlk Resmi türkiye Ziyareti”, Kitap-lık, Sayı:11.

Gür, Ayşen (1999). “Tenten Nazi miydi?”, Hürriyet, 17 Ocak.

Gürdağcık, (1997). “Çağının Bir Tanığı Olarak, Tenten, Nam- Diğer Hergé”, Sanat Dünyamız, Sayı:64.

“Sağcısı Solcusu: Tenten Bizdendi”, (1999). Hürriyet, 5 Şubat.

Scaringi, Carlo (1995) “Tenten'in Serüvenleri”, Gül Diken, Kış.

“Tenten”, (1994). Sabah, 9-13 Temmuz.

“Tenten Hergé’yi Kaybetti”, (1983). Milliyet, 13 Mart.

“Tenten Hollywood'da”, (1993). EP, 14 Mart.

“Tenten’in Babası Irkçı mıydı?” (1991). Cumhuriyet Dergi, sayı: 259.

“Tenten'in Seks Hayatı”, (1994). Karikatürk, Ocak.

Uluengın, Hadi (1989). “Tenten Hangi Diyarlarda”, Cumhuriyet, 12-15 Şubat.

Uluengın, Hadi (1994). “Tenten ve Izci”, Hürriyet, 27 Kasım.

Buffy The Vampire Slayer: Sunnydale'den önce…

CNBC-e dergide geçtiğimiz Ekim ayında Buffy The Vampire Slayer dizisinin çizgi roman uyarlaması yayınlanmaya başladı. Dizinin editörü Scott Allie ile yapılan bir röportajı aktarıyoruz.

Buffy the Vampire Slayer'in popülaritesi arttıkça, çizgi roman da bundan etkilenerek senelerce diziden bağımsız bir şekilde Buffy hayranlarına televizyondakinden fazlasını sundu. Alınan iyi tepkiler dizideki karakterlerin kendi çizgi roman serilerinin ve şu an CNBC-e dergiyle verilen çizgi romandaki gibi, dizide olmayan ek hikâyelerin de yolunu açmış oldu. Dizinin başarısının altında ezilmeyerek çok daha zor bir işe imza atan çizgi roman ekibinde, tebrik edilmesi gerekenlerin başında gelen isim ise derginin editörü Scott Allie. Allie'nin önceki işlerinin arasında Yıldız Savaşları ve Maymunlar Cehennemi yer alıyor.


Buffy çizgi romanlarının editörü nasıl oldunuz!

Şu anda Oni Press'in Şef Editörü olan Jamie S. Rich, Dark Horse'ta editörken Bufiy'nin büyük bir hayranıymış. Burada yayımlanması için mücadele etmiş, ancak kitap başlamadan önce şirketten ayrılmış. Diziyi izlememiştim, ama “vampir” kelimesi editörlüğünü üstlenmek istememe sebep olmaya yetti. Zaten yakın arkadaşlarımdan biri dizinin sıkı takipçisiydi. Başlangıçta diziyi kendim öğrenene kadar yardım için ona başvurdum.

Buffy'nin yaratıcısı Joss Whedon 'm çizgi romana katkısı oldu mu?

İlk birkaç sene çizgi romana çok az karıştı. Benimle ve çizgi romanla daha çok personeli ilgilendi, ama personel çizgi romanlara Joss kadar aşina değildi. En başta ondan daha çok yararlanabilseydim, seri çok daha iyi bir başlangıç yapacaktı. Sonra Buffy dizisinin yapımcısı ve yazarlarından biri olan Douglas Petrie de çizgi romanda yazmak istediğini belirtti. Bu Jan Espenson gibi diğer yazarlar için de kapıyı açmış oldu. Sonra da Joss bir çizgi roman yazmak istediğini söyledi. İlk önce bir Faith serisi yazacaktı, ama 200 yıl sonra gelecekte geçen bir seri, Fray'i yazdı. Yazmadığı diğer serilere en büyük katkısı ise sohbetleri oluyor. Sadece Fray'de birlikte çalışarak kazandığım deneyim bile onun estetiği hakkında bana diziyi izlemekten çok daha fazla şey öğretti. Bu şekilde birçok Buffy çizgi romanında etkisi oldu.

Buffy çizgi romanlarının hedeflediği okuyucu kitlesi nedir?

Aslında diziyi izleyenlerin okumasını bekliyoruz. Ben 14 ile 28 yaş aralığında bulunan kişilerin okumasını hedefliyorum, ama diziyi izleyen herkes çizgi romanı da kolaylıkla okuyabilir. Diziyi izlemeyen ama çizgi romanı okuyan bazı insanlar tanıyorum. Ancak bu insanların sayısının çok fazla olmasını bekleyemeyiz. Dizinin izleyicisinden bir milyon kadarının ilgisini çekmeyi başarabilirsek mutlu olacağız.


Devamlılık Buffy dünyasında bir kâbus mu?

Hayır. Bufry'de devamlılık oldukça keskin. Star Wars gibi herhangi bir zaman diliminde geçen düzinelerce hikâye çizgisinin olması gibi bir durum yok. Çizgi romanı her yıl yaptıkları 22 küsur bölümden yola çıkarak hazırlıyoruz.


Çizgi romanı niye Buffy dizisinin öncesine götürmeye karar verdiniz?

Devamlılık sorun değil demiştim ya, bir şeyi unutmuşum. Bir süreliğine çizgi romanın devamlılığında dizinin bir sene gerisinden geliyorduk. Sonra bir ara hikâyeler kontrolden çıktı ve diziyi yakaladık. Çizgi romanı, diziyle aynı zamanda yazmaya başladık ve işimiz çok zorlaştı. Dizinin aylar sonra nereye geleceğini bilmeden, çizgi romanın planını yapmak çok zor. Bir de yedinci sezonun son sezon olacağına dair dedikodular çıkmıştı. Bu nedenle Joss, Marti ve ekibin diziyi nasıl devam ettireceklerine karar verene kadar ben de özgür olabileceğimiz ve hikâye çizgisindeki ani değişikliklerden etkilenmeyeceğimiz bir döneme sığınmaya karar verdim. Böylece Buffy'nin Sunnydale'a gelmeden önceki maceraları ortaya çıktı.

Oyuncuların karakter çizimlerindeki benzerliği onaylamaları gerekiyor mu, hiç sizden değişiklik yapılmasını isteyen oldu mu?

Bütün karakterler onay almıyor, ama olayın işleyişine göre çizen kişinin çalışmalarına onay vermeleri gerekiyor. Bir kere “tamam” dediklerinde de benzerliklerin uygun olması bana ve Fox'taki yetkililere kalıyor. Evet, işinden alınan bazı çizerler oldu ve birkaçı hakkında da bazı oyuncular şikâyette bulundu, ama o konuya girmek istemiyorum.

Sizin en sevdiğiniz çizer ve yazar kim?

En sevdiğim yazar Alan Moore. En sevdiğim çizer de Mike Mignola.

Kaynak: CNBC-e dergi, Kasım 2005

Cumartesi, Ocak 07, 2006

Tommiks, Teksas, Kinova

Serüven dergisinin ileriki sayılarında yayınlanacak olan Teksas-Tommiks karşıtlığı ile ilgili bir dosyadan bir yazı aktarıyoruz. Yazı Buket Uzuner’e ait. Dünya Gazetesinde 28 mart 1979 tarihinde yayzınlanmış.

Tommiks, Teksas, Kinova

VAKVAKOLOJİYI bir gazete yazısının dar sınırları içinde az-çok tanıttıktan sonra yine vakvaklar kadar yaygın -hatta daha da fazla- bir o kadar da zararlı, yararsız çizgi kitaplara, Tommiks, Teksas, Kinova'ya göz atalım. Hemen her gazete bayiinde bulunan ve son derece ucuza alıma sunulan bu çizgi kitapları, çocuklarımız sonsuz bir zevkle okumakta, elden ele dolaştırmaktadır, özellikle okul tatillerinde hangi çocuğun elinde bu tip kitaplara rastlanmaz ki? Neden seviyorlar bunları çocuklar? Yanıt kolay; her yerde kolayca bulup ucuza alabiliyorlar, düşünmeden okuyarak ussal tembelliğe sürükleniyor, buna alışınca da artık tutkunu oluyorlar, Orta Asya'dan gelme, çağdışı, hep özendirilen "erkeğin atı, avradı, silahı" temasına benzer at, silah kavga, vur-kır olayı sürekli yineleniyor. Çocuklarımız dövüşmeye, bedence kuvvetli olanın zayıfı ezeceğine, ezmesi gerektiğine, kaba kuvvete, sevgisiz, sanatsız, yaratışız, renksiz, kısır, düşünülmeden yaşanılan, elkoyucu, yayılımcı amaçlarla dolu bir dünyayı geliştirmeye özendiriliyorlar, zehirleniyorlar...

Tommiks gerçekten yaşamış bir asker. Kızılderililerle dost bir Amerikan subayı, genç bir yüzbaşıyken öl­dürülüyor. Hâlbuki kitaplarda onu hiç Yaşlanmayan, ölmeyen, gerçek­üstü {tabusal İmgeler yaratmak, gerçekçi olmamak amacıyla), bir subay olarak görürüz. Kızılderililerin düşmanıdır. Kızılderililerin öz yurtlarını ellerinden alıp, sonra onların nasıl yokedilmeye, yeryüzünden silinmeye çalışıldığı hiç anlatılmaz kitaplarda. Sürekli yaşadığı kalede, alkolik, işe yaramaz dostları konyakçı ve doktor vardır, bir de komutanın kızı Suzi (o da hiç büyümeyen, güçsüz, ev işi yapan, uysal kadın imgesini taşır, beyinlerine sokar çocukların), flört mü ederler, kardeşçe bir dostluk mu sürdürür, bu hiç belli olmaz. Zaten bunun ne önemi vardır ki, atı Napolyon, tabancası ve korunmaya muhtaç Suzi'si vardır ya, tamam, tüm koşullar hazırdır artık, hücum Kızılderililere. Ta-ta-taaaa...

Teksas sarışın, yakışıklı ve bilek kuvvetine dayanan bir gücü simgeler. Zaten nam-ı diğer Çelik Bilek'tir. Rodi adında hiç büyümeyen, çilli, işlevi belli olmayan bir çocuk ve Profesörle (midesine düşkün, ne bilgini olduğu anlaşılamayan, bilimsel imge ile sanki alay eder gibi) sürekli Kırmızı Ceketlilere karşı savaşır. Anti-emperyalist yönü var diyeceğiz tam, ama bu da Kızılderililere düşman Ah bu Kızılderililer... Kinova, kafaderisi Kızılderililerce yüzülmüş, asık suratlı, öcünü yerde komamaya and içmiş bir Amerikan izsürücüsü. Neden kafa derisi yüzülmüş, bilinmez. Bilinen hep barbar kötü, ilkel Kızılderililerdir.

Ülkelerine zorla el koyulmuş, binlercesi öldürülmüş, ok ve yaydan başka silahları yokken tabanca ve tü­feklerle yok edilmiş, ulusal geçmişleri, ekinleri silinmeye çalışılmış, aşağsanmış Kızılderililerin ne canavar olduklarını çocuklar okurken bir yandan da, tek yönlü düşünmeyi, olayları, ulusları ve kişileri tarihi konum ve zamanında değerlendirmemeyi alışkanlık edinmektedirler. Dövüşmenin, kaba gücün, ezmenin, saldırganlığın tutkunu olmaktadır geleceğin kuşağı.

Bu arada değinmeden geçemeyeceğimiz bir diğer grup kitap Ayşegül, Kaya ile Oya, Heidi gibi çocuk dizileri. Bunların çoğu hepten yabancı kaynaklı olup, renkli resimlerle süslü ve pahalı olmalarına karşın çok satan kitaplar. Bu kitaplarda da gerçekçilik adına tek bir satır bulmak olanaksız. Tertemiz, varsıl köyler, besili inekler, koyunlar, okullar, önlüklü öğrenciler, Avrupa köylüsü giysileriyle arz-ı endam eden bi dolu kişi. Çocuklarımızı gerçekçi yetiştirmemiz gerek. Bize benzemeyen, yabancı olgularla kandırmamalıyız onları. Çocuk önce çevresini tanıyarak büyür, gelişir. Ama biz ona çevresini' tanıması için olanak vermezsek, hele böyle gerçek dışı yayınlar sunarsak, nasıl ondan yetişkin olduğunda gerçekçi, sağlam, tutarlı davranışlar bekleyebiliriz?

Tüm bunlardan sonra şunu özellikle belirtmeliyiz ki, bu ülkedeki çocukların yarıdan fazlası okuma yazma bilmemekte, okuldan, kitaptan, öğretmenden yoksun yaşamaktadır. Öncelikle bunun düşünülmesi gerekli, sonra da kendi yazarlarının - çizerlerinin yapıtlarını okuma olanağı sağlanmalı çocuklarımıza, kendi gerçeğini, sevgiyi, paylaşmayı, dostluğu, barışı özendirici yayınlar bolca ve ucuza bulunabilecek şekle konmalıdır. Vakvaklar, Tommfks'ler, Ayşegül'ler kaldırılmalı, kendilerini, komşu-çocuklan bulabilecekleri yayınlar, yapıtlar istendirilmelidir. Bu da her za­man vurguladığımız gibi devlete düşmekte, sanatçıları, yayınevlerini desteklemek, dağıtımı ele almak zorunluluğu çocuklarımızın geleceği söz konusu olduğundan, her zamankin­den fazladır. Yeter bu ekin sömürüsü, elkoyuculuğu.

Cuma, Ocak 06, 2006

hımm...

aykut demiş ki “noam chomsky benzetmem o kadar da uygun düşmemiş orada, belki levent'in efsane ve popülerlik üzerine kurduğu yaklaşımına che guevara ile yanıt vermem daha doğru olurmuş :)”

eğer böyle giderse moore değil herkesin moore algılamasını konuşacağız gibi geliyor bana. kişisel olarak alan moore ile bir alıp veremediğim yok, ben abartılan-mitleştirilen herşeyden rahatsızlık duyuyorum. söylenenlerin bir ayağı yere bassın diye huysuzluk ediyorum.

efsane vurgusu başka bir bağlamdan buraya taşındı, bir kitabıma isim olarak efsane vurgusunu seçmiştim. çünkü efsane sadece hayali hikaye değildir mecazi olarak gerçeğe dayanmayan, asılsız anlamına da gelir. tribün literatüründe geçen ve toplumda yaygın olarak kullanılan efsane takım, efsane geri döndü türü sloganlar başka türlü anlamlandırılmaktadır. ben o kitapta türkiye’deki sol muhalefetin neredeyse hiç sorgulamadan kabullendiği bir olguyu anlatıyor, tam da öyle anlatıldığı gibi olmayabilir demeye çalışıyordum...

chomsky’den che’ye geldik, moore ile ilgili yasayan en (ideal) muhalif insanlardan birisi argümanını kanıtlamak adına bu isimleri uzatmayalım. popüler olanın herkes tarafından aynı şekilde alımlandığını düşünmek mantıklı değildir ve bu isim ya da olgular, kendilerinden bağımsız olarak nereye çekilirse oraya gidebilirler... deli yürek dizisindeki yusuf miroğlu’nun odasının duvarlarında yılmaz güney resimleri vardı; miroğlu ülkücü gençlik idollerindendi...che bir efsanedir, ama yaşamadığı için hamur gibi yoğrulup her şekle sokulmuştur, efsane oluşunu biraz da bu hamurlaştırılmış biçimine borçludur. che’nin yazdıkları, yaptıkları popüler değildir, büyük bir çoğunluk bunları bilmez bile...

birkaç sesli düşünce ile bitireyim

1- televizyon dizilerinde birini solcu olarak göstermek istediklerinde onun odasına, panosuna bir che fotoğrafı koyuyorlar.. hem söze ne gerek var ki? hımm…

2- yazarlar genellikle (az ya da çok) kendilerini kurarlar, bir resim, bir rol gibi hazırlarlar kendilerini.. çok sevdiğim bir deyiştir, borges diye biri yoktur denir..hımm

3- şu yarışmalara katılanların, endüstrinin verdiği ödülleri kabul edenlerin değeri neyle ölçülür (muhalefet sıralarından böyle bir soru geldi de…) hım hımm

selamlar

Çizgi roman ve göndermeler üzerine

Son zamanlarda okuduğum bir çizgi roman (yanda kapağını gördüğünüz The Living and The Dead) eğer iyi yapılmışşa göndermelerin öykü anlatmada nasıl etkili bir husus olduğunu bir kez daha anlamama neden oldu. Bence göndermeler öyküye gömülen motifler olmanın ötesinde öyküyü şekillendirebilecek en önemli etkenlerden birisi.

The Living and the Dead'in yaratıcıları da bu noktadan yola çıkarak en klasik korku romanlarından biri olan Mary Shelley'in Frankenstein'ına bir devam yazmışlar. Frankenstein'a yapılan göndermelerin coğunluğu kendilerine romandaki canavarı esas alırken bu çizgi roman canavarın yaratıcısı Dr. Frankenstein'ı kendine esas alıyor ve romanın kaldığı yerden onun hikayesini anlatıyor. Ayrıntılara fazla girmeden şunu da belirteyim, çizgi romanı başarılı bulmamın bir diğer nedeni de ilk başlarda üstü kapalı olarak yapılan bu göndermenin çizgi roman ilerledikçe okuyanlar tarafından adım adım keşfedilmesi.

Aslında göndermeler çizgi romanlarda çokça alışık olduğumuz bir şey. Ama sanırım yapılan göndermeyi başarılı kılan şey atıf yapılan eserin yazar/çizer tarafından iyice özümsenmesi.

http://thelivingandthedead.com

alan moore üzerine değinmeler (1)

okumayanlar aşağıdaki linkten ulaşabilirler ancak öncelikle şöyle bir özet geçmekte fayda var sanırsam:

çizgi roman, edebiyat ve tempo

24 aralık'ta can, tempo dergisinde gözüne çarpan bir detayı koloni'ye taşıdıi. v for vendetta'yla ilgili olan habere sonrasında eklediğimiz yorumlar alan moore'la ilişkili genişledi doğal olarak. benim muhalif benzetmeme levent "hem popüler hem muhalif olunur mu?" sorusuyla karşılık verdi, sonra noam chomsky örneği geldi ve bugün cüneyt'in bu başlığı yeni keşfetmesiyle günler sonra tekrar alevlendi bu tartışma.

levent, daha o zaman alan moore'u ayri bir başlıkta tartışmaya açalım demişti, ben de o zamandan beri ne yazsam diye düşünmeye başlamıştım. öncelikle belirtmem gerekir ki noam chomsky benzetmem o kadar da uygun düşmemiş orada, belki levent'in efsane ve popülerlik üzerine kurduğu yaklaşımına che guevara ile yanıt vermem daha doğru olurmuş :)

neyse efendim, günümüzde çizgi romanla ilgilenen birinin alan moore adını duymaması imkansız gibi birşey ancak kaçımız (alan moore'dan bağımsız konuşuyorum aslında) karşılaştığımız, duyduğumuz efsanelerin ardına bakmaya yanaşıyoruz. başlığa (1) ibaresini koydum zira bugunku bu yazı bir başlangıç aslında, aklımda değineyim dediğim birkaç birşey oluştu, o aklımdakileri önümüzdeki günlerde yazdıktan sonra ne zaman devamını getiririm veya bu yazacaklarım ne kadar sürer inanın ki bilmiyorum ancak başarırsam bir yazar hakkında gerçekleştirdiğim, kişisel bir yol hikayesi olacak bu yazı dizisi. söyleyeceklerimin hepsi yeni olmayacak belki, koloni e-group'ta daha önce söylediğim şeylere tekrar değineceğim ancak böylesi daha derli toplu olacak. amaçladığım şey her ne kadar eserlerinden çok yazar, bir insan olan alan moore üzerinde durmak olsa da elbette ki bir sanatçıyı eserlerinden bağımsız değerlendirmek mümkün değil, bu sebeple ucundan, köşesinden de olsa çizgi romanlar da dahil olacak bu yolculuğa.

çizgili hayat kılavuzu yayınlandığında üniversite 2. sınıftaydım galiba. yanılmıyorsam alan moore'un adına ilk olarak bu kitapta, seksenlerin üç büyükleri diye geçen watchmen, dark knight returns ve maus'a değinilen bir paragrafın içinde rastlamıştım. ancak alan moore'un ilk okuduğum çizgi romanı watchmen değil v for vendetta oldu (belki bunun da bir etkisi vardır, aradan geçen bunca zamana rağmen v for vendetta hala alan moore'un en sevdiğim çizgi romanıdır). v for vendetta'ya öncelik vermemin sebebi o dönem 1984 ve ardı ardına tekrar türkçeye çevrilen cesur yeni dünya ve fahrenheit 451 romanlarıyla kara ütopyolar arasında gezinip durduğum bir döneme denk gelmesiydi.

bu tanışma hikayemden sonra isterseniz hep beraber alan moore'un hayatına bakalım kısaca:

...

devam edecek...

Perşembe, Ocak 05, 2006

ilk gördüğümde hemen yayın tarihine baktım...

seruven.org sayfasına her gün yeni bir oku-yorum yaptığımız için evdeki çizgi romanları elden geçiriyordum. show kitap egoist dizisinden çıkan barry gifford uyarlaması olan perdita durango’yu tekrar karıştırdım. 1998 yılında türkçede yayınlanmış bir kitap bu, orijinal yayın tarihi ise 1994. gifford, ayrıksı amerikan literatürünün sevdiği yazarlardan. wild at heart onu popüleştiren bir film oldu. david lynch ile tekrar çalıştılar. perdita durango da sonradan filme uyarlandı. bu malumat herkesin ulaşabileceği türden, benim anlatacağım başka…çizgi romanı tekrar okurken bir sayfada hayli şaşırdım, bilemiyorum bunu herhangi bir yerde yazan oldu mu? gifford’un amerikan politikalarına, amerikan değerlerine sert bir eleştirelliği var. eroin ticareti ile ilgili bir yorumda bulunuyor, daha doğrusu üst ses olarak o mu konuşuyor yoksa tiplemelerden biri mi bunları söylüyor belirsiz. orijinalini görmediğim için bir şey söyleyemeyeceğim, konuşma çeviride tırnak içerisinde verilmiş, ama konuşma ihtimali olan bir resmi görevli… bunu gifford’un üst sesi saymaktan yanayım. türkçe çeviride 109.sayfaya denk geliyor, dileyen açıp bakabilir. üst yazıları aynen aktarıyorum “bu ticareti [eroin] hong kong üçlüsü idare ediyordu, ama bu yeni müttefiklerden geliyor…bu pakistan’daki yeni dostlarımızın işi. ve bu kökten dinciler devasa bir eroin dağıyla finanse edilen cia tarafından eğitiliyorlardı. bu heriflerin sonu henüz gelmedi”. kötü bir çeviri, cümle karışık. ama bu çizerin işi mi yoksa gifford mu yönlendirmiş bilinmez sayfadaki son kare hayli ilginç! ilk gördüğümde hemen başa dönüp yayın tarihine baktım.

Çarşamba, Ocak 04, 2006

devam ediyorum…

tanıştıktan sonra dost olduğumuz bir çizer var, dini inançları zayıftır ya da pek arası yoktur diyeyim. ekmek parası diyerek o yıllar için –ki bir 15 yıl öncesinden söz ediyorum- iyi telif ödeyen bir yere tarihi çizgi roman yapmaya başladı. ilk götürdüğü serüvende de hayli kasmıştı, hemen her balonda cenab-ı allah, ya allah bismillah, allah, din ve devlet uğruna ölmeye hazırız, allah muinimiz olsun diye sıralamış, kahramanlarına namaz kıldırmıştı. inanmadığı bir şeyi nasıl yazar ki insan? onları değil de beni kandırdığını düşünmeyi tercih ettim. bir arkadaşımın lafıdır: bir yazar ürününü yalnızca bir mal olarak satmaya razı olabilir; yazar içeriği de satarsa ortada edebiyat yerine hamiline çekten başka ne kalır?

para kazanmak için çizgi roman üretmek. bu bütünüyle alçaltıcı ve üreteni zanaatkârlıkla eşleştiren bir konum. çünkü ürettim ve bitti olamaz, o yapıtın ideolojik duruşundan üreticisi sorumludur.

çizgi roman için sanattan çok eğlencedir, öncelikle eğlencedir denir. bu zanaatkâr olmayı onaylayan-olağanlaştıran bir yargı mıdır?

ekmek parasını anlarım da...

türkiye’de çizgi roman adlı kitabımı yazarken kendisiyle röportaj yaptığım suat yalaz beni telefonla arayarak (faruk geç ile konuşuyordum o sırada) benden bir ricada bulundu. 1993 ya da 94 yılı…fransa’da uzun yıllar sürdürdüğü pornografik çizgi romanlarından kitabımda bahsetmememi rica etti, çekincesi de şuydu: piyasaya iş yaptığını, özellikle ramazan sayfalarının önemli bir gelir kaynağı olduğunu dürüstçe söyleyerek bu tür çalışmalarının duyulmasının bir rahatsızlık yaratacağını ekledi. ben de bu ricasını geri çevirmedim ve kitapta bu tür çalışmalardan bahsetmedim. o dönem internet yaygın değildi ve kimin nerede ne yaptığını öğrenmek çok külfetliydi. internet yaygınlaşınca yalaz’ın bu tür işleri türkiye’de de duyuldu, kapak resimleri, sayfalar dolaşıma girdi. yurt dışında çalışan yerli çizerlerimizin çoğunluğu bu tür erotik/pornografik çizgi romanlar yapmışlardır. çoğunluğu sadece bu tür yayınlarda iş buldukları için bir kısmı da hayat gailesi-ekmek parası diyerek (her iki ihtimalde de mecbur kalarak) bu tür çizgi romanlar çizdiler, çiziyorlar. açıkçası hem bu tür yayınlara ahlakçı gözüyle bakmam hem de yapılan işleri çoğunluk kadar küçümsemem. tayyar özkan’ın internette dolaşımda olan bir çalışmasını gördüm. orient sexpress adlı pornografik bir çizgi roman bu. 7 sayfa sürüyor ama anladığım kadarıyla devam eden bir öykünün bir bölümü. yapılan iş hakkında diyebileceğim tek şey çok şaşırdığım. tayyar öyküde kendini kahraman olarak kullanmış, istanbul’da başlayan ikinci sayfada üç kare var. ikinci karede yakın çizim-portre olarak tayyar konuşmaya başlıyor ve cümle sayfanın üçüncü ve son karesinde bitiyor: istanbul is like a bridge between europe and asia. ıt used to be christian, now it is muslim diyor ve takkeli-sakallı bir müslümana dönüşüyor. bir sonraki sayfada 4 karısıyla seks yapıyor filan. öyküden masum saydığım bir sayfayı yanda göreceksiniz, diğer kareleri kullanmamayı tercih ederim. seks sahnelerini kastetmiyorum onu da belirteyim. yapılan iş açıkça cinsiyetçi, ırkçı, din sembollerini rencide edici ve şovenbütünüyle dar kafalı amerikalı bir faşiste hitap ediyor… hem şaşırıyor hem de anlamıyorum. müslümanlık böylesi fantezilere konu edilmiştir, ilk kez görmüyorum… ayrıca pornografide kimi zaman güçlü, özgürlükçü, ters yüz edici dürüst bir yan olduğunu da söyleyebilirim... ama tayyar bağnazca saçmalamış, hiçbir incelik taşımayan, ironisi olmayan bir iş çıkarmış. üstelik tayyar, ortodoks yargılarla radikalce savaşan politik biri de değil. yazının başında anlattıklarımın nedeni de bu: ekmek derdini bir noktaya kadar anlarım ama bu tür anlamsız öyküleri kabullenemiyorum. pornografik olduğu için değil felsefi, insancıl ve siyasal ilkelerim gereği kabullenemiyorum. belirtmeden edemeyeceğim: tanıdığım-konuştuğum biri çizdiği ya da türkiye’den biri resmettiği için değil şoven-cahilane bulduğum için bu satırları yazıyorum. ekmek parası adı altında yaşanan ticarileşme hakkında da konuşmak bile istemiyorum.

Salı, Ocak 03, 2006

Wonder Showzen Bahçesi


MTV'nin absürd Susam Sokağı Wonder Showzen, kukla skeçlerini ve eğitim filmlerini kurgulayarak hassas politik konuların üzerine giden sıradışı bir program. (Programda çocukların karşısına eğitim kartları arasında dehşet savaş görüntüleri çıkabiliyor.)

John Lee ve Vernon Chatman'in önce USA Network için hazırladığı fakat geri çevrilince MTV'ye verdiği programın ilk bölümü Goodie Bag Tv'den indirilebiliyor.

Dikkat!

bir en iyi listesi daha...


Amerika'da bir endüstri standartı olan dağıtım firması Diamond'ın haber bülteni scoop.com, 2005'in çizgiroman üzerine en iyi 10 yayını için bir sıralama belirlemiş. Grupça yakından takip ettiğimiz, hatta elimizde dağılana kadar dergilerini okuduğumuz Twomorrows ilk ona beş dergisini birden sokarken, yanda resmi görülen kitap da dikkat çekiyor. Hem içeriği, hem de derleyici/editörü ilginç.

Alfabetik karakter dökümleri ve tematik başlıklarla İngiliz ve Amerikan çizgiroman endüstrisi özelinde süperkahramanlara ve çizgiroman yaratıcılarına tarihsel ve sosyolojik bir bakış açısıyla bakılıyor. komplo teoristi geyikçi arkadaşlarımızın yaptıkları "Mary jane'in devamlı mini etekli çizilmesi Amerika'nın bacaklara bakışını (kabak gibi) ortaya koyar" tarzı "çizgiroman çözümlemelerine" yaratıcı-toplum ilişkisini örneklendirerek cevap veriyor adeta.

Öte yandan kitabın editörü Olan Gina Mısıroğlu, bariz bir Türk soyadı taşıdığı için ilginç. Yazıldığına göre ondört yılı aşkın bir süredir batı Amerika yayıncılığında saygın bir yeri olan bir editör/yazar şahsiyet kendisi.

bu da ilginç değilse nedir? Acaba Türk mü, Türkse Serüvene yazar mı?

Pazartesi, Ocak 02, 2006

kötü kedi şerafettin 10 yaşında

doksanlı yıllara girerken başta mizah dergileri olmak çizgiyle varolan her türlü yayın televizyon karşısında çaresiz bir konumdaydı. mizah dergileri televizyonun anlatmadığı şeyleri anlatarak kendilerine bir çıkış yolu aradılar. söze, uzun diyaloglara dayanan bir mizah ortaya çıktı, yerli karikatür ve çizgi romanın bu denli geveze olduğu bir başka dönem olmamıştır denebilir. utanmaz adam ekolünün sözden çok hareket ve aksiyona dayalı mizahi anlatımı nerdeyse televizyona bırakılmış, duran- küfrederek çok konuşan, uzun balon yazılarıyla hatırlanan kahramanlar popüler olmuştu. kötü kedi şerafettin, bu anlayışın da kendini tekrarlamaya başladığı bir dönemde, bu anlayışla mizahi olarak hesaplaşan yeni bir dergide l-manyak’ta ortaya çıktı. anlatım biçimi olarak bir sentezdi, çatılarda kediler arasında geçen bol diyaloglu uzun içki muhabbetlerinin hemen arkasından sürekli aksiyona dayalı kareler peşi sıra yer almaktaydı. bülent üstün, yerli çizgi romana ve mizah dergilerine hareket komiğini yeniden hatırlatmıştır. çini mürekkebiyle oynamayı çok seven crumbvari tarzı, ayrıntıcılığı ve kimi zaman foto-realistik olan panel düzenlemeleri diziye gösterilen sempatiyi kolaylaştırmıştır. şerafettin’in, bukowski’yi yad eden muhabbetçiliği, kendiyle dolu cool duruşu, önder somer’i arayan ayhan ışık’lığı, tecavüzcü çoşkun ile conan’a hısım akraba olan kötülüğü onu popülerleştiren muhteviyatı olmuştur. bülent’in punk geçmişi, estetik isyancılığı da kötü kedi konuşulurken hesap edilmelidir.

blog sayfaları ve koloni

bir yazıyla yabancısı olanlara blog'ları kısaca tanıtalım istedik.

blog kelime olarak weblog'un kısaltmasından geliyor. web üzerinden herkesle paylaşılan günlükler olarak tanımlayacağımız bu yeni tür web sayfaları aslında world wide web'in kendisi kadar eski ancak şu anda herkesçe sanal dünyanın the next big thing'i olarak tanımlanıyorlar.

2004 yılından başlayarak blog'ların bu kadar yaygınlaşmasının en büyük nedeni koloni'yi oluştururken bizim de kullandığımız blogger.com gibi ücretsiz sitelerin sağladığı çeşitli araçlar sayesinde herkesin kendi blog'unu saniyeler içinde oluşturup yayına hazır hale getirebilmesi.

ilginçtir günlük tadında yazıların eklendiği bu blog sayfaları kişisel günlüklerin ötesine geçerek fikirlerin, haberlerin, yorumların paylaşıldığı alternatif ortamlar haline geldi.

koloni, bir tema etrafında şekillenen bir blog. serüven, koloni e-group kadrosundan oluşan (katılım şimdilik az ama..) bir yazar kadromuz var. forumlarda olduğu gibi içerik dinamik olarak yazarlar yani bizler tarafından belirleniyor ancak koloni'yi ziyaret eden herkes kendi yorumunu da ekleyebiliyor.

değineyim dediğim tek bir şey kaldı sanırım. yanda 'subscribe with bloglines' adlı bir buton görüyorsunuz, bloglines çeşitli blog'lara abone olup kendi blog listenizi oluşturmanıza ve onları rahat takip etmenize olanak sağlayan bir diğer ücretsiz site; basitçe arabirimi sayesinde abone olduğunuz blog'lardaki yeni yazıları takip etmeniz çok kolaylaşıyor.

benden bu kadar, umarım yeterince açıklayıcı olmuştur :)

Pazar, Ocak 01, 2006

serüven yola devam ediyor…

serüven’in akıbeti belli oldu, kaderde-ileride ne olur bilinmez ama dergiye devam etme kararı aldık. aslına bakılırsa epey uzun sürdü, konuştuk-dinledik-bekledik-düşündük ve saire… ocak ayı içerisindeki bayram tatili ve kimi resmi işlemler nedeniyle bir parça daha bekleyeceğiz ama serüven’in 7.sayısı en geç 1 mart gibi dağıtılmış olacak... dergide biçimsel olarak çok büyük olmasa da yeniliklikler yapacağız ama süregelen yayın çizgimizi değiştirmeyeceğiz… ayrıntı ve gelişmeleri buradan duyururuz…

bu arada herkese sağlıklı iyi bir sene diliyorum, umarım hepimiz mutlu olduğumuz, hatırlayacağımız güzel şeyler yaparız…

Kerem Beyit Röportajı

Serüven’in 6. sayısının kapak çizeri Kerem Beyit. Aynı sayının arka sayfalarında onun için “Dervişin yevmiyesi, ay ışığının minesi. Fantastik dize. Gelecekte daha çok konuşulacak kapak çizeri” yazılmıştı. www.seruven.org sayfasındaki röportajlar bölümünün yeni konuğu Kerem Beyit oldu.

Röportajdan: “Kapak resminde öncelikle olması gereken şey fazla kaotik olmayan ferah bir kompozisyon, iyi bir tonlama, abartılı olmayan dinamik pozlar, doğru bir karakterizasyon, homojen olmayan ışık ve homojen olmayan gölge ve sağlam bir atmosferdir -ki zaten bunlar “iyi bir resim” için gerekli kurallardır. Yalnız her “iyi resim” iyi bir kapak olmaz, teknik olarak şahane bir iş de çıkartsanız da o resim bazen kitaba yakışmayabilir, bu bakımdan kapak ressamının mutlaka kapak hazırladığı kitap hakkında fikir sahibi olması icap eder”


Kerem Beyit’in çalışmaları için aşağıdaki linklere bakılabilir

http://kerembeyit.gfxartist.com/
http://kerembeyit.deviantart.com/